31 Temmuz 2014 Perşembe

Melisa Ceren Hasmaden
Remzi Kitap Gazetesi 08.2014

Aşk, sırlar ve ihanet üzerine etkileyici bir yaz romanı. Kumsalda, bir şemsiyenin altında uzanmış, fotoğrafın dışında kalan bir noktaya bakarak gülüşen iki genç kadının yer aldığı kapaktan böyle bir vaatte bulunuyor roman. Kitabın New York Times Bestseller listesinden olduğu da manşetten vurgulanmış. Arka kapaktan ise “Yalnız Kadınlar Yazı”nın, People Magazine, Vanity Fair, O: The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri tarafından “yazın okunacak en iyi kitaplardan biri” seçildiği duyurulmuş.Tüm bunların birer pazarlama numarası olduğu aşikâr. Ne de olsa enikonu iddialı bir bestseller var karşımızda. Asıl soru, romanın bu iddianın altını dolduracak nitelikte olup olmadığı. Bu soruya yekten yanıt vermektense adım adım ilerleyelim.

Önce hikâyeye bir göz atalım: Roman 1931 ve 1938 arasında gidip gelen bir anlatımla, bölümler halinde kurgulanmış. 1931 yılında anlatıcımız Lily ve onun çocukluk arkadaşı Budgie üniversite çağındadır. Lily ne kadar ağır başlı, ayakları yere basan, kısaca “düzgün” bir gençkızsa Budgie de o kadar uçarı, hercai, biraz fettan, kısaca “kötü kız”dır. Lily, Budgie’nin kendisini sürükleyerek götürdüğü bir futbol maçı ertesinde, Budgie’nin o zamanlarki sevgilisinin arkadaşı Nick’le tanışır. Lily ve Nick birbirlerini görür görmez ateşli bir aşka tutulurlar. Aşkları gün geçtikçe büyürken elbette karşılarına çeşitli engeller çıkacaktır. Sorun bir fakir oğlan-zengin kız çelişkisini hayli aşar. Zira Nick de Lily gibi köklü bir ailden gelmektedir. Sadece köklerin biri biraz dışarıdadır: Nick Greenwald bir yahudidir. Ayrıca 1929’da borsanın çöküşüyle Amerika’yı saran büyük buhran karakterlerimizin köklü ve zengin ailelerinin altındaki zemini bir hayli titretmiştir. Tüm bunlara biraz aile trajedisi ve çözümü romanın sonuna saklanan sırlar da (okumaya hevesliler için bu entrikaları ağzımdan kaçıracak kadar acımasız olmayacağım) eklenince Lily ve Nick boynu bükük âşıklar olarak ayrılırlar.

1938 yılında Lily ailesiyle her yaz yaptığı gibi Seaview’daki yazlıklarında tatildedir. Ama o da ne? Eski sevgili/nişanlı Nick, hayırsız dost Budgie’yle nikâhı bastığı yetmezmiş gibi yazı Seaview’da geçirmeye gelmez mi? Lily tüm bunları bir “fırtına öncesi sessizliği”yle karşılar. Nick’ten köşe bucak kaçarken, Budgie’nin dostluklarını tazeleme girişimleriyle başa çıkmaya çalışır. 1931’in kötü kızı Budgie 1938’de tam bir femme fatale olmuştur. Seaview’u yerle bir eden New England kasırgası yaklaşırken, geçmişin sırlarının birer birer ortaya dökülmesi Nick, Lily ve Budgie’nin hayatlarında da birer kasırga etkisi yaratır. Ve finalde bir ....... (kitabı okuyanlar buranın mutlu mu, mutsuz mu olduğuna kendileri karar versin) son okuru beklemektedir. Yazar 1944 yılına yaptığı bir sıçrama bölümüyle de finali pekiştirir.

Hikâye bestseller bir aşk romanından beklenebilecek her şeyi fazlasıyla veriyor okura. Nick ve Lily’nin aşkları, ayrı düşmeleri, karşılaşmaları, araya giren kara kediler ve diğer tüm dalaverelerle okuru hop oturtup hop kaldırıyor. Zaman zaman soluklanma izni verse de tansiyonu sürekli yüksek tutarak yarattığı dalgalanmalarla her bölümde okurun duygularına oynuyor.

Buradaki başarı yazarın bunu yersiz duygusal betimlemeler, bitmek bilmeyen monologlarla değil olay akışıyla kotarabilmesinde yatıyor.

Siz benim olayları böyle kronolojik özetlediğime bakmayın. Beatriz Williams 1931 ve 1938 yılları arasında paralel kurguda adım adım ilerlerken, “merak” unsurunu öncelikleri arasında birinci sıraya değilse de en azından ilk üçe almış diyebiliriz. Kurgu matematiği açısından oldukça başarılı olan ve Hollywood sineması ile arkası yarınlar arasında bir yere oturtabileceğimiz “Yalnız Kadınlar Yazı”nın her bölümü merakın zirveye tırmandığı noktada sonlanıyor. Böylece biz de tüm bu alavere dalavereleri romanın cici kızı Lily’le birlikte öğreniyoruz. Ancak Lily’nin etrafında dönen dolaplardan bu derece habersiz oluşu zaman zaman saflıktan alıklığa bir geçiş yapmasına neden oluyor ki, romanın kurgusu için zorunlu olan bu durumu her güzelin vardır bir kusuru diyerek sineye çekebilir okur. Bu kusurunu saymaksak oldukça başarılı bir kurguyla kotarılmış, bir aşk romanında neredeyse bir polisiyenin merak ve heyecan dozunu yakalayabilmiş “Yalnız Kadınlar Yazı”.

“Yalnız Kadınlar Yazı”nı benzeri bestseller aşk romanlarından ayıran önemli bir özelliği daha var ki, yukarıda kısaca değinmiştim, o da dönemi sadece bir fon olarak kullanmayıp, dönemin sosyo-ekonomik durumunu ve dünyayı bir felakete doğru sürükleyen politik gelişmeleri karakter tasarımlarına da sindirmesi. Hikâyenin kısa özetinde çok fazla spoiler vermemek için değinmesem de büyük buhran günlerinin sıradan haberlerine dönüşen intiharlar, dağılan aileler ya da bu girdaptan kurtulmak için göze alınanlar karakterlerimizin birinci elden tanık oldukları ya da deneyimledikleri olaylar olarak romanda yerini alıyor.

Nick’in sık sık karşısına çıkan Yahudi karşıtlığı ise Avrupa’da yükselen ve dünyayı ikinci büyük savaşa sürükleyen fırtınanın Amerika’daki gölgesi olarak romanda yer buluyor. Örneğin:

“Budgie’nin ses tonu, bu bilgiyi verirken, son derece kalın kafalı bir çocukla konuşan bir ebeveyninki gibi. Greenwald ismini duyan Budgie, bunun bir yahudi ismi olduğunu, görünmez bir çizginin kendi kaderi ile onunkini ayırdığını hiç düşünmeden bilir. Budgie benim bu önemli konulardaki cehaletime inanamıyor.”

Sonuç olarak, kurgusu, içeriğinin zenginliği, okuma kolaylığı ve sağlam altyapısıyla kesinlikle okunmaya değer bir roman “Yalnız Kadınlar Yazı”. Son sayfaya vardığınızda, ilk karşılaşmanızda (kapakta) vaat ettiklerini fazlasıyla yerine getiriyor.

Kaynak:
http://www.remzi.com.tr/kitapGazetesi.asp?id=3&ay=8&yil=2014&bolum=12

Esra Tanyeli
Remzi Kitap Gazetesi 08.2014














“Kızıla Boyalı Saçlar” Yunanistan’ı kasıp kavuran bir roman. Yunanistan’da 260 bin gibi bir satış rakamına ulaşmayı başarmış. Yunanistan nüfusunun yaklaşık 10 milyon olduğunu hesaba katarsak gerçekten büyük bir başarı. Romanın televizyon dizisine uyarlaması ise hem Yunanistan’da hem de gösterime girdiği diğer ülkelere ses getirdi. Dizinin müzikleri Yunanistan’ın en önemli ses sanatçısı Yorgo Dalaras’a Altın Plak Ödülü’nü kazandırdı.

Fransızca, İngilizce, Almanca ve İbranicenin yanı sıra Türkçeye de çevrilen “Kızıla Boyalı Saçlar” ilk defa 2000 yılında Om Yayınları, daha sonra da 2002 yılına ise İş Bankası Yayınları tarafından okura sunulmuştu.

Romanın Türkiye’de yakaladığı popülaritenin hikâyesi en az kitap kadar ilginçtir. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bir İstanbul ziyaretinde eşiyle birlikte Akmerkez’e alışverişe gelmiş. Burada Remzi Kitabevi’ni ziyaret ederek iki kitap satın almış. Bunlardan biri Kostas Mourselas imzalı “Kızıla Boyalı Saçlar”mış. Sezer her ne kadar gazetecileri atlatarak bir alışveriş kaçamağı yapmaya çalışsa da kitabın adı, konusu, hatta fiyatı bile basında haber olmuştu. Yayıncısının parayla bile satın alamayacağı bu reklamın kitaba 35 baskı yaptırdığı söylenir. Çağdaş Yunan edebiyatının en etkileyici örneklerinden olan “Kızıla Boyalı Saçlar”ın tüm başarısını bir habere yüklemek biraz haksızlık olur elbette. Ama bu haberin hatırı sayılır bir itici güç yarattığını da kabul etmek gerek.

Yayınlandığı yıl oldukça dikkat çeken romanın her iki yayınevinden baskısı tükenmişti ki Kırmızı Kedi Yayınevi unutulan bu bestsellerı yeniden, eski baskılarda bulunmayan, yazarın önsözüyle, okurla buluşturdu.

Kitabın yazarı Kostas Mourselas, aynı zamanda romanın çevirmeni Kosta Sarıoğlu’na verdiği bir röportajda romanını “insan özgürlüğüne yazılmış bir övgü” olarak tanımlıyor. Bu, kitabın deli mi akıllı mı, başa bela mı yoksa iyi bir dost mu, iyi mi kötü mü bir türlü karar veremediğiniz kahramanı Luis ve elbette onun tüm hikâyeleri için yapılabilecek en iyi özetleme bence. “Kızıla Boyalı Saçlar”, hayatlarının baharında denilebilecek bir grup gencin hayli çılgın, hesapsız, biraz başıbozuk, çokça erotik maceralarını silsileler halinde anlatıyor. Kışladan tavernaya, gecekondu mahallelerinden kalantorların yatlarına, mutaasıp bir mahalleden bir genelevin bekleme salonuna dönüp duran hikâyelerde belki de değişmeyen tek şey Luis’in tavizsiz bir şekilde özgürlüğüne sahip çıkışı. Romanın anlatıcısı Kostas, Luis’le maceralarını en ince detayına kadar anlatır. Luis hayatına giren insanların bir daha çıkmasına izin vermemesiyle ünlüdür. Aradan yıllar geçse bile onların peşine düşer ve neler yaşadıklarına, neyken ne olduklarına dair merakını gidermeden pes etmez. Bunun için ne gerekirse yapar ve bazen göze aldıkları korkutucu, itici, “yok artık” dedirten türden olabilir. Ama Luis, şu “şeytan tüyü var” denilen insanlardan: ona kızmak, onu yargılamak, ona sırtınızı dönmek kolay kolay gelmiyor içinizden. İşte bu nedenle her maceranın ardında daha bir merakla, “yine ne haltlar karıştıracak bakalım bu hergele” diyerek okumaya devam ediyorsunuz.
Bütün bunlardan Luis’in bir marjial, yeraltı insanı olduğu sonucu çıkmasın. O da herkes gibi çalışan sadece sürekliliği sağlamakla ilgili sorunları var, bazen âşık olan, zaman zaman evlenen bir adam. Sadece özgürlüğünden vazgeçmemekte direnen bir insan: Deneyimleme özgürlüğüne, vazgeçme özgürlüğüne, merak etme özgürlüğüne, yaşama özgürlüğüne sonuna kadar sahip çıkan, işte bu nedenle de sistemin bir parçası olamayan biri Luis. Roman boyunca tüm karakterler değişse de Luis hep aynı, bildiğimiz Luis. Diğerleri yaş ilerledikçe sisteme karşı ödünler verirken, memurluk, düzenli maaş, başarılı/saygın bir evlilik vs. için yavaş yavaş içlerindeki bağımsızlık ateşini küllendirirken Luis’in bir yaşama biçimine dönüştürdüğü direnişi daha da saygınlık kazanıyor. Neredeyse kutsal diyesim gelen bu direnişi nedeniyle ona kızmak, onu yargılamak gelmiyor içimden. Okurun büyük çoğunluğunun da Luis’e benzer bir perspektifle yaklaştığını ve romanın asıl başarısının buradan geldiğini düşünüyorum. Bizlere “Diren be Luis, vazgeçme, teslim olma, hayde vre Luis” dedirtebilmesinde.

“Kızıla Boyalı Saçlar”ın anlatıcısının yazarı ile aynı adı Kostas taşıması, romanın otobiyografik bir yanının olup olmadığı sorusunu akla getiriyor. Mourselas yukarıda da değiniğim röportajında bu soruya şöyle yanıt veriyor:

“Hayır roman otobiyografik görünmesine rağmen benim hayatımdan çok az unsur taşıyor. [...] ben okura yazarın yaşamış olduğu şeyleri öğreniyormuş duygusunu vermeyi seviyorum. Bu yaşadıklarını da bir masal gibi okura anlatan, okura fısıldayan bir yazar tipini yaratmayı seviyorum. Böylece okur romanı daha gerçekçi bulur. Ama tabii ki her kitabın içinde de otobiyografik özellikler var. Gerçek olmayan hiçbir şey yoktur. Her şey çevremizdeki, hayatımızdaki, kişisel deneyimlerimizdeki, okuduğumuz kitaplardaki bir uyarıdan doğar. Bütün bunlar içimizde yoğrulur ve buluşlar ile hayal gücü doğar. Hayal gücü tek başına, öyle havadan doğmaz. Hiçlikten bir şey doğamaz.”

Ardı ardına birbirinden ilginç, hiç beklenmedik, şaşırtıcı, çarpıcı, sürükleyici olaylarla örülü “Kızıla Boyalı Saçlar” öyle kolay anlatılabilir, özetlenebilir cinsten bir roman değil. Sinemacılar “En iyi film sözle anlatılamayan, sorana bir yanıt veremeyip yalnızca git izle dedirten filmdir” derler. Ben de bu roman için üç aşağı beş yukarı aynı şeyi söyleyeceğim: “Alın okuyun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.”


Kaynak:
http://www.remzi.com.tr/kitapGazetesi.asp?id=3&kayitID=0&ay=8&yil=2014&bolum=15&sayfaNo=1




64 sayfa 978-605-4927-50-0 6 TL.

Ayrıca mahkûm öyle köpek gibi itaatkâr görünüyordu ki, sanki bayırlarda dolaşsın diye serbest bırakılsa idam başlarken geri dönmesi için ıslık çalmak yeterli olacaktı.”


Franz Kafka’nın Ceza Sömürgesi, garip ve ürpertici atmosferiyle, okuyana, “neyse ki bir rüyaymış” demeyi istetecek denli tedirgin ediciliğiyle ve en önemlisi suç ve ceza arasındaki ilişkiye farklı bir bakış açısı getirmesiyle dikkat çekiyor.
Adı verilmeyen bir adada, ıssız ve bunaltıcı bir vadide, acımasız bir zekâyla kurgulanmış bir mekanizmanın, suçlu ya da suçsuz olmasına bakılmaksızın, savunması alınmaksızın mahkûm kılınmış insanları bürokratik bir katılıkla ve doğal kabul edilen bir yaklaşımla “cezalandırdığı” bir törene, suskun bir gezginle birlikte tanık olur okur. Bir yanda duygusal açıdan olaya mesafeli duran ‘tanık’ gezgin, öbür yanda yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kendinde toplamış ve bu sorumluluğu kendini kurban etme derecesine vardıran subay. İkisi arasındaki tezat, edilgenlik/etkenlik, kuşku/inanç, akıl/duygu gibi zıt kavramları mercek altına alıyor ve bunları gerçeklikle baş etmenin karşıt olasılıkları olarak okura sunuyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada kaleme alınan bu uzun öykü, aynı zamanda 20. yüzyılla birlikte patlak veren, insanın insana karşı totaliter bir acımasızlık sergilediği ve bütün Avrupa’yı etkisine alan şiddet yüklü atmosferin, kendisi bilincinde olmasa da, Praglı Kafka’yı da nasıl eline geçirdiğinin izlerini taşıyor.




124 sayfa 978-605-4927-51-7 9 TL.


Düşünceme göre, insanın bu iki yanı ayrı ayrı yaşayabilseler, hayatlarının bütün çekilmez tarafları ortadan kaybolup gidecek ve bu ikiliden günahkâr olanı, namuslu ikizinin isteklerinden ve vicdan azabından kurtulmuş halde kendi yolunda ilerleyecekti.”

Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, insan varoluşundaki tezat yönleri hissetmeye başlamış, ancak toplumun katı ahlaki kalıplarının birini yücelttiği, ötekisini iğrenç ve suçlu kıldığı bir dönemde, çift yönlülük üzerine yazılmış, modern bir mit haline gelmiş bir hikâyenin kahramanıdır.
Hayatı konumuna yakışır şekilde, ahlaki açıdan kusursuz yaşamaya çalışan bir doktorun, yaradılışının getirdiği, çevresi tarafından kolay kolay kabul edilmeyecek yanlarını bastırmaktan usandığı bir anda, insanı ikiye –iyiye ve kötüye– ayıracak tıbbi bir yöntem geliştirmesiyle ortaya çıkar Jekyll ile Hyde’ın tuhaf vakası. Umduğunun aksine, gitgide kuvvetlenecek “kötü”nün karşı kefesi salt iyiliğe değil, doktorun sıradan kişiliğine kalacak ve zamanla denge neredeyse tamamen saklı kişiliğin, toplumsal adalet ve kurallar açısından ters davranan Mr. Hyde’ın lehine dönecektir.
19. yüzyılın sonlarına doğru, edebiyatla uğraşanların neredeyse doktorlardan daha fazla farkına vardığı benliğin çetrefil yanlarına dair bu klasik Stevenson metni, defalarca aslına sadık olarak ya da çeşitlemeleriyle filme de aktarılmış, karakterinin çift yönlülüğü ezoterik hallerden eşcinselliğe, cinai hallerden esrikliğe kadar farklı biçimlerde yorumlanmıştır.


168 sayfa
978-605-4927-52-4

15 TL.

Başka Yollar sürüyor. İlk satırından başlayarak bir dizi halinde gelişeceği, bütünlenmesi için geniş zamanlar gerekeceği belli olan otobiyografisinin bu yeni kitabında, Enis Batur, üç ayrı odak üstünden konaklıyor: Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği şehre bir dönüş seferi; biri bütün dünyayı, ötekisi kendisini ilgilendiren iki savaşın ortasında yaşadığı gelgit; 20 yaşından bu yana serüvenine bir gölge gibi eşlik eden bir roman kahramanıyla yüzleşme. Ve bütün kitabı kateden şahdamar: Nasıl, ne kadar anımsaya-bilir, neden unutmak isteriz?
Enis Batur, Mürekkep Zaman'da, arkeologların farklı tabakalar halinde yeraltında bekleyen antik kentler için uyguladıkları kazı tekniklerini andıran bir üslûpla, Hayat'ın içinden kendi hayatına yaklaşıyor.

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Akşam Kültür Sanat 24.07.2014

Kırmızı Kedi Yayınları Şükrü Erbaş’ın şiir, edebiyat ve hayat üzerine yazdığı denemelerden oluşan şiirsel düzyazılarının bir bölümünü ‘İnsanın Acısını İnsan Alır’da bir araya getirdi.

İnsanın Acısını İnsan Alır, Şükrü Erbaş’ın 1995 tarihinde kaleme aldığı denemelerden oluşuyor. Yazılarında bireysel acılara, hayal kırıklıklarına ve yalnızlığa yer veren şair, toplumsal olan hiçbir şeyi de dışarıda bırakmıyor.  
Yazmak için oturur musunuz? Oturursanız, daha oturmadan önce şiir mi düzyazı mı yazacağınızı bilir misiniz? Yoksa kaleminiz mi öne düşüp yol gösterir?
İlk bir-iki dizeden sonra, evet otururum. Valéry’nin sözüdür, “ilk dize Allah vergisidir, ondan sonrası çalışma ister.” Şiir, edebiyatın bir anlamda en “disiplinsiz” dalıdır. Önceden planlayarak, şu konuda yazayım diyerek yazmaya oturulmuyor. Kim bilir hangi karanlık-aydınlık dehlizlerden, bilinçte bilinçaltında vaktini doldurmuş birikimlerden, bir-iki dize en olmadık yerde dilinize, kalbinize geliveriyor. Elbette bunun da bir açıklaması vardır ama verili akılla kavranabilecek bir açıklama olduğunu düşünmüyorum. 
Şiir yazmak için başlayıp yazdığınızı düzyazıya çevirdiğiniz olur mu? 
Çok az… Bazen, düzyazı diye başlayıp, beceremeyip, metni şiire çevirdiğim olur. Ama şiiri düzyazıya çevirdiğim… belki bir-iki bir şey olmuştur. Öyle yapmak yerine, epeyce bir uğraştıktan sonra istediğim gibi gitmiyorsa, o ana kadar yazdıklarımı yırtar atarım. Becerebilirsem, aklımdan da silmeye çalışırım. 
Düzyazılarınızın bir araya getirildiği İnsanın Acısını İnsan Alır'da şiire göz kırpan, yer yer şiirle el ele giden denemeleriniz var. Yazının farklı formlarını bu şekilde melezlemenizde bir biçem arayışı/yaratma denemesinden söz edilebilir mi?
Biçem arayışı, evet, ama biçem yaratma çok iddialı olur. Şiir için bazen yük olan öykülemeyi, öykü için bazen sıkıcı olan düz anlatımın yavanlığını şiir dilinin dolayımlı çağrışım olanağıyla harmanlayarak, bunları denemenin alçakgönüllü bilgeliğiyle buluşturarak metinler yazdım. Bir süre sonra bundan hoşlandım. Cümleler / dizeler arasında boşluk olmayan bir örgüyle, okurun giderek tembelleşen şiir ve yazı okuma macerasına azıcık müdahale etmeye; metnin onlara, onların metne hücrelerine kadar işleyeceği bir okumaya sessizce davet etmeye çalıştım. 
Şiir olmazsa edebiyat olmaz
Başka kimi şairlerin düzyazıları da şiirleri kadar etkileyici. Şiir yazan düzyazı yazıyor, ama düzyazı yazan şiir yazabiliyor mu sizce? 
Roman, öykü, her iyi metnin kesinlikle şiir olduğuna inanırım. Sait Faik’in hikâyeleri, Hasan Ali Toptaş'ın romanları, Binbir Gece Masalları sadece hikâye-roman-masal mıdır? Biraz abartılı bulunmazsa, roman, öykü olmadan şiir olabilir ama şiir olmadan edebiyatın diğer türlerinin olacağına inanamam ben.
Kaynak: http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/acinin-kulliyati/haber-326920 



260 sayfa
978-605-4927-53-1

21 TL.


Usta şair Şükrü Erbaş’ın külliyatına şiirlerinden sonra bütün yazılarıyla devam ediyoruz.

Şükrü Erbaş, zaman zaman öyküye yaklaşan denemelerinin, şiirsel düzyazılarının bir bölümünü İnsanın Acısını İnsan Alır'da bir araya getirdi. Yazılarında  bireysel acılara, hayal kırıklıklarına, yalnızlığa yer verirken toplumsal olanı da dışarıda bırakmıyor.





“Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık.” 

Sadet Özer
Vatan Kitap Eki 17.07.2014 


Geçen yıl ABD’de yayımlanan, çok satanlar listelerinden inmeyen ve yaz kitabı olarak önerilen “Yalnız Kadınlar Yazı”, plajlar ve sahil kasabaları üzerine kafa yoran, bu neşeli ortamın ardında saklı kalan travmaları ele alan bir roman.


"Yalnız Kadınlar Yazı” geçen yıl ABD’de yayımlandığında, People Magazine, Vanity Fair, The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri tarafından yazın okunacak en iyi romanlardan biri seçilmişti. Uzun süre New York Times çok satanlar listesinde yer alan roman, üç arkadaşın yıllara uzanan arkadaşlıklarını, hayatla ilişkilerini, değişimlerini ele alıyor.
Romanın kahramanları 1931 yılında birer üniversite öğrencisidir. Lily, Bugie ve Nick. Budgie ile Lily’nin çocukluk arkadaşı, Lily ve Nick ise ilk görüşte aşık bir çifttir.
Ancak aradan geçen yedi yıl içerisinde Budgie’yle Nick’i evlenir. Lily ise 6 yaşında kızı gibi sevdiği kızkardeşine bakmaktadır.

Derken yine yaz gelir ve Lily, çocukluğundan beri her yaz yaptığı gibi yaz mevsimini Rhode Island, Seaview’da geçirecektir. Bu yazın da öncekiler gibi gibi sakin, hatta nerdeyse sıkıcı denecek kadar huzurlu geçeceğini sanmaktadır. Ancak artık görüşmediği Budgie ve Nick’in evli bir çift olarak Seaview’a geleceklerini öğrenince tüm huzuru kaçar.

Çünkü hem Budgie’nin dostluğunu yeniden kazanmak için uğraşacak hem de Nick’e tahammül etmek zorunda kalacaktır. Üstelik günlerini çılgın teyzesine ve kız kardeşi Kiki’ye bakmakla geçiren Lily, kendini kalbi kırılmış ve ihanete uğramış hissetmektedir. Ve tabii ki, eski dostu ve sevgisinin gelişiyle tüm yaralarının kabukları kalkacak, gizlenen sırlar ortaya dökülecektir. Romanın başından beri beklenen kasırga ise üç arkadaşın hayatında yaşanacakların adeta metaforudur.

“Yalnız Kadınlar Yazı” her ne kadar bir aşk ve arkadaşlık ilişkisi üzerine kurgulanmış olsa da arka planda toplumsal değişimleri, Hitler’in Avrupa’da yükselişine, artan Yahudi karşıtlığına ve yaklaşmakta olan II. Dünya Savaşı’na da değiniyor. Yazarı Beatriz Williams romanın oluşumunu ve şekillenmesini ise şöyle anlatıyor:
“Eşimin ailesi Connecticut eyaletinin güneydoğusunda yaşıyor, burası o şiddetli New England kasırgasının meydana geldiği bölgeye çok yakın, bu nedenle fırtına beni uzun zaman büyülemiştir. Kasırganın meydana geleceğini kimse bilmiyordu, o günkü hava tahminleri sabah saatlerinin güneşli ve öğleden sonra hafif rüzgârlı olacağı şeklindeydi.
Ancak kasırganın hızı üçüncü seviye olarak tespit edildi. Dalgalar 6 metreyi bulan tsunami benzeri bir büyüklüğe ulaşmıştı. Sahildeki yerleşim merkezleri tamamen silindi. Bunun üzerine bölgedeki bu kasabalar ve plaj yaşantısına dair hayatları düşünmeye başladım.”

Haluk Kalafat
Radikal Kitap Eki 11.07.2014 




Yalnız Kadınlar Yazı’nı okudum. Arka kapak yazısına bakıp bir aşk romanı olduğuna karar vermiş, tatile giderken yanıma almıştım. Çok beklentim yoktu ama beni şaşırttı. Hallice bir aşk romanı Yalnız Kadınlar Yazı, hatta iyi bile denebilir. Zaten çok iyi bir aşk romanı yazmak kolay olmasa gerek sanıyorum.
Kendimce iki neden buldum bu savı desteklemek için: Birincisi herkes âşık olur ya da olduğunu sanır. Ve aşk bu ya, herkesin aşkı kendince en güzelidir. Ya da şöyle ifade etsem belki daha anlaşılır olur: Aşk meselesi herkesin bir fikrinin olduğu, kendince uzman olduğu bir konu, tıpkı futbol gibi. Hani kimse oynanan futbolu beğenmez ya... Kime sorsan teknik direktör olsa daha iyi takım çıkaracaktır ya da orada babası olsa o topa daha düzgün vuracaktır…
Bulduğum ikinci neden ise şu: En güzel aşk hikâyeleri zaten yazılmıştır ve de toplumların ortak hafızalarına çoktan kazınmıştır, daha iyisini ya da farklısını yazmak öyle kolay değildir.
“Beyaz dizi”nin çok ötesinde
“Aşk olsun”, illa iyi bir aşk romanı olması gerekmez diyorsanız; “beyaz dizi” türünden binlercesi kolaylıkla yazılıyor, aynı kolaylıkta okunuyor. Kendi çapımda hafif uzman sayılırım beyaz dizi konusunda. Nedir bu beyaz dizi olayı diye arka arkaya onlarcasını okuyarak bir süre eğlenmiştim. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin yayımladığı Yalnız Kadınlar Yazı da ilk bakışta bu kategoride yer alıyormuş gibiydi. İtiraf edeyim yazarımız Beatriz Williams şaşırttı beni. Temiz bir aşk romanı kabul, ama bu kadarla kalmıyor. Merakla okuttu kendisini bana.
İki nedenle şaşırdım: Birincisi, romanda her şey temel beyaz dizi kalıplarına, trüklerine uyuyor görünüyordu ama aslında uymuyormuş da uyuyormuş gibi karışık bir durum oluştu finalde. İkincisi, 1931 ile 1938 yılları arasında geçen hikâye, dönemin ABD’sinde Manhattan orta-üst sınıfının “yazlık” alışkanlıklarının, ekonomik kriz sonrasındaki halinin iddialı olmayan bir tahlilini alttan alta yapıyor. Üstelik bunu yaparken beni iki kez ters köşeye yatırdı.


Trüklere kanma, trüksüz kalma
Beatriz Williams’ın sırrı, benim gibi onu tanımayan okur için, basitliğinde. Basit bir hikâye kuruyor. Güzel ama güzelliğinin farkında olmayan, naif ama akıllı bir genç kadın ile yakışıklı, uzun boylu başarılı bir Amerikan futbolu oyuncusu birbirlerini ilk görüşte sever. İkisi de New York’un “köklü” ailelerinden gelmektedir. İkisinin de ailesi zengindir. İkisi de üniversitede okumaktadır, ikisi de başarılıdır...
“Köklü” ailelerin üzerine atlayacağı türden bir ilişkidir bu; lakin iki sorun vardır. İlki can sıkıcıdır; genç adamın babası Yahudi’dir. İkincisini bu kadar ciddi değildir, Yahudi baba 1929 krizinden büyük bir finansal yara alarak çıkmıştır; şirketinin batmakta olduğu söylentisi vardır ama genç kadının ailesi iki genci rahat rahat bakabilecek durumdadır.
Almanya’da Hitler rejiminin yükselişini satır aralarında okuruz; beyaz, orta sınıf mensubu Amerikalıların Yahudilere karşı yaklaşımının biraz limoni olduğunu da anlarız. Yahudi baba meselesi zorludur yani. Genç kadın, annesinin değil ama babasının açık fikirliliğine güvenmektedir. Hatta bu konuyu tartıştıkları bir seferinde babasının neredeyse bir sosyalist olduğunu bile söyler. Ancak erkek arkadaşını babasıyla tanıştırmaya getirdiğinde babası büyük tepki gösterir; hatta küçük bir kalp krizi geçirir.
Bu aşamadan sonra ilişkileri imkânsız aşka dönüşür ve gizli buluşmalar, çözüm planları yapılır.
Bu izlek klasik bir aşk hikâyesi. Bunlar 1931’de oluyor. Ancak yazarımız öyküyü iki zaman diliminde anlatıyor. Bir bölüm gençlerin aşkının filizlendiği 1931’i, diğer bölüm 1938 yazında genç kadının her yıl ailecek yazlığa gittikleri Rhode Island’ı ve yazlık bölgesinin özel olarak en lüks bölümü olan Seaview’ü anlatıyor.  1938’de, genç kadın henüz altı yaşındaki kızkardeşine bakmaktadır ve dünyayla ilişkisini büyük ölçüde kesmiştir. Yazlığa geldiğinde eski sevgilisinin en yakın arkadaşıyla evlenip Rhode Island’da kendilerine yakın bir eve taşındıklarını öğrenir. Tüm yaz boyunca eski sevgilisi ve eski arkadaşıyla görüşmek zorunda kalır.



Beatriz  Williams’ın bir kitabını daha okursam basit anlatımının tuzağına düşmeyeceğimi sanıyorum, ki biraz araştırdım toplam üç kitabı var. İlk kitabı Overseas ve üçüncü kitabı The Secret Life of Violet Grant. Üç romanı da 20. yüzyılın ilk yarısında geçiyor. Bir tür mikrotarih çalışması gibi romanları ama illa ki bir aşk hikâyesi etrafından anlatıyor ne söyleyecekse.
Fırtınalı bir son
Williams, Yalnız Kadınlar Yazı’nda, ki yeri gelmişken belirteyim romanın orijinal ismi A Hundred Summer, 1929 krizi sonrası sarsılan orta-üst sınıfın püriten ahlakının sahteliğini, yüzyılın başlarına kadar gözde bir tatil beldesi olan Seaview’ün çökmekte olan sosyal yaşamını, II. Dünya Savaşı öncesi toplumsal gerginliği atmosfer olarak kullanıyor.
Romanı Seaview’ün çöküşüyle noktalandırıyor. Ama fiziki bir son bu. Noktanın bir de adı var: New England Kasırgası. Bu kasırga 1938’de Kuzey Amerika’nın kuzeybatı sahilini yıkıp geçen ABD tarihinin en büyük doğa felaketlerinden birisi. Birçok sahil yerleşimi zarar görmüş fırtınadan ama kumsala sıfır inşa edilen ve çoğu ahşap olan Seaview villaları tümüyle okyanusa karışmış. Geriye birkaç binanın taş temeli kalmış.
Seaview’ün yok oluşu yazar için muhtemelen bir anlamda bir kafa yapısının da sonunu temsil ediyor. Romanda olayları genç kadının gözünden takip ediyoruz. Yorumları bir kadının gözünden alıyoruz. Bu açıdan bir kadın romanı.
Lakin küçük bir sorun var. Romanı anlatanın etrafında dönüp duran dolaplardan çok az haberi olmalı ki, olayları onunla birlikte öğrenen okur meraklansın. Bu durumda kahramanımız bir iyilik ve naiflik timsali bir genç kadın oluyor. Bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Ama bu kadın kahramanımızın “güçsüz”, “kendi ayakları üzerinde duramayan” biri olduğu anlamına gelmiyor; sadece melek kadar saf kendisi…  Zaten kitabı da “beyaz dizi” trüklerine yaklaştıran özelliği bu. Ama dediğim gibi trüklere aldanmamak gerekiyor.

YALNIZ KADINLAR YAZI

People Magazine, Vanity Fair,

O: The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri

tarafından yazın okunacak en iyi kitaplardan biri seçildi.


New York’ta yaşayan Lily Dane, küçüklüğünden beri her yazı ailesinin Seaview’daki evinde geçirmiştir. 1938 yılında da kendisini öncekiler gibi sakin, hatta sıkıcı bir yazın beklediğini sanır, ancak o yaz yaşanacaklar, sıkıcılıktan çok uzak olacaktır. Her şey yeni evli Budgie ve Nick’in kasabaya geleceklerini öğrenmesiyle başlar. Budgie eskiden Lily’nin en yakın arkadaşı, Nick ise eski nişanlısıdır. Nick ile Lily’yi birbirine bağlayan bağların göz ardı edilemeyecek kadar güçlü ve karmaşık olması iki genci uzun zamandır unuttuklarını sandıkları bir dünyaya sürükler. Oysa onları bağlayan sadece hayaller değil, müthiş bir sır ve onun getirdiği sorumluluktur da.Yalnız Kadınlar Yazı, sürükleyiciliği, akıcı anlatımı, duygusallığı, sürprizleri ve özellikle şaşırtıcı sonuyla elden bırakılamayacak bir kitap.






Tuna Kiremitçi'nin ilk basımı 2003 yılında yapılan, ikinci romanı Bu İşte Bir Yalnızlık Var, Fida Film tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Aralığın ikini haftasında gösterime girecek filmin başrollerini Engin Altan Düzyatan ile Özgü Namal paylaşıyor. Emin Gürsoy, Gaye Gürsel, Polat Bilgin, Ümit Erdim, Wilma Elles ve Atiye ise oyuncu kadrosundaki diğer isimler. Romantik Komedi filmiyle tanınan Ketche, filmin yönetmenliğini üstlenmiş. Senaryosunu Burak Göral'ın yazdığı Bu İşte Bir Yalnızlık Var'ın müziklerine İskender Paydaş, Athena, Mor ve Ötesi, Pentegram imza atacak.



30'lu yaşlarının sonuna gelmiş Mehmet'in boşanma, maddi sorular, Ayşe ile giderek tuhaflaşan arkadaşlığı ve tüm bu karmaşa içinde hayata tutunmasını sağlayan kızı Ezgi ile ilişkisini anlatan Bu İşte Bir Yalnızlık Var'ın yeni basımı Aralık ayının ilk günlerinde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yapılacak. 



2 Kasım Cumartesi

Uygar Şirin
Saat: 14.00-16.00

Eren Erdem
Saat: 16.00-18.00

Yalçın Çakır
Saat: 16.00-18.00


3 Kasım Pazar

Doğan Yurdakul
Saat: 13.00-14.00

Mustafa Mutlu
Saat: 13.00-15.00

Hüsnü Arkan
Saat: 15.00-17.00


6 Kasım Çarşamba

Feyza Hepçilingirler

Saat: 11.00-13.00


7 Kasım Perşembe

Ayla Çınaroğlu
Saat: 11.00-13.00


9 Kasım Cumartesi

Haydar Ergülen
Saat: 12.00-14.00

İnci Aral
Saat: 14.00-16.00

Eren Erdem
Saat: 16.00-18.00


10 Kasım Pazar

Şükrü Erbaş
Saat: 13.00-15.00

Cenk Gündoğdu
Saat: 13.00-15.00






Siz tanınan ve sevilen bir öykücüsünüz. Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Gazetede okuduğum, beni epeyce düşündüren birbirinden çok farklı iki, ama nedeni
aynı olan üçüncü sayfa haberlerinden sonra  karar verdim bu romanı yazmaya. Elbette birçok benzerleri olmakla birlikte o iki olay, romandaki Halil’in ve Yücel’in  gerçek hayattaki hikâyeleri  diğerlerinden daha sarsıcı geldi bana. Öykü olamazlar mıydı derseniz,  elbette  ayrı ayrı da yazılabilirlerdi, ne var ki, romanın içinde bu hikayelerle bağlantılandırmak ve illaki söylemek  istediğim şeylere öykünün yapısı izin vermeyecekti.

Fırtına Takvimi ilk romanınız. Roman yazmanın, öykü yazmaktan farklı bir süreç getirdiğini tahmin ediyorum. Fırtına Takvimi'nin yaratım ve yazım sürecinden biraz bahseder misiniz?

Roman epeyce zamanımı aldı kuşkusuz. Gerçi ben  öykülerini de bir oturuşta yazamayan, bir öyküyle en az  üç dört ay uğraşan biriyim. Ne var ki öyküye sadece bir cümle kurarak başlarım, çoğu zaman da sonrasını, neler olup biteceğini  hiç bilmem, yazarken örerim, öyle oluşur  ve bu yolculuk bana büyük bir keyif verir. Romanı öyle çalışmadım tabi. İçinde kaybolmamak için, neredeyse bütün olup bitecekleri başından sonuna dek biliyordum. Bağlantıları, kesişmeleri ve kurgusunu önceden belirlemiştim. Gene de denemediğim, farklı bir yazma biçimiydi, kolay değildi bu yüzden.  Öte yandan öykücülükten gelme alışkanlıkla romanın eksiltili, yoğun bir anlatımı var.  Çok parçalı ve klasik roman formlarından hayli uzak. Fazlalıklardan arındırılmış metnin içinde yalnızca  çatışmaları  anlatan  sahneler mevcut.  Neredeyse öykü tekniğiyle yazdığımı söyleyebilirim.

20. yüzyıl Amerikan edebiyatının melankolik prensesinden 
 modern bir klasik, 50. yılında elden geçirilmiş özel baskısı ile!


Daha çok şiirleriyle tanınan Plath’ın ölümünün ellinci yılında, tek romanı Sırça Fanus, gözden geçirilmiş çevirisi ve özel baskısıyla Kırmızı Kedi Yayınevi’nde. Otobiyografik yanı ağır basan Sırça Fanus, Plath’ın 1961’de yazmaya başladığı, ömrü boyunca tuttuğu günlüklerden esinlenerek üniversite yıllarını, New York’ta bir dergide stajyerlik yaptığı günleri ve psikolojik tedavisini yeniden ele aldığı bir roman. Romanı 1963 yılında takma adla yayımlatan Plath, birkaç ay sonra intihar ederek hayatına son vermiştir.
Parlak bir üniversite öğrencisi olan Esther Greenwood, New York’taki çılgın metropol yaşamıyla Boston’daki taşra durgunluğu arasındaki tezatlarda yaşayarak, aşk, cinsellik ve erkekler hakkındaki bilinmeyenleri keşfettikçe ve her alandabaşarı arzusuyla önemsizlik hissi arasındaki uçurumun yarattığı 
artan bir depresyonun etkisiyle büyük bir çöküntü yaşayarak intihara teşebbüs eder. O âna kadar mizahi ve şiirsel bir dille süren anlatı, teşebbüsün ardından başarısız ve başarılı elektro-şok uygulamaları dahil olmak üzere klinik tedavi süreçlerinin genç bir kadın üzerindeki etkilerini de aktararak neredeyse belgesel bir boyuta ulaşır. Ellilerin muhafazakâr toplumundan altmışların özgürlük mücadelelerine geçişteki edebi halkalardan biri olarak Sırça Fanus, yarım yüzyıldır modern dünyanın gençlerinin ellerinden düşmeyen bir klasik haline gelmiştir.

Söyleşi: İlknur Özdemir
Vatan Kitap Eki 30.10.2013 


Pascal Mercier, Türk okuruna adını Lizbon’a Gece Treni ile duyurdu.  Roman hem antik diller öğretmeni Raimund Gregorius’un hem de Portekiz’de Salazar rejimine başkaldıran bir doktorun hikâyesinin eşliğinde okuru içsel bir yolculuğa çıkarırken insanın varoluş nedeni ve hayattaki yeri konusunda da kendini sorgulamasını sağlıyor. Romandan alıntılar internetteki bloglarda, Twitter’de, Facebook sayfalarında defalarca yer aldı, paylaşıldı. Şimdilerde 14. Baskısına ulaşan romana duyulan ilgi hâlâ devam ediyor.  Yazarın bir başka romanı Sahnede Ölüm de bu ay Türk okuruyla buluştu. Her iki kitabın çevirmeni olarak yazarla kısa bir söyleşi yapmak istedim, beni kırmadı ve sorularımı yanıtladı. Yazarlıkta asıl adını kullanmayan Pascal Mercier’ye bunun nedenini de sordum, yanıtı aşağıda.
 Bay Mercier, Türkiye’de Lizbon’a Gece Treni adlı kitabınızla ünlendiniz. Kitap kısa sürede 14. baskıya ulaştı. İşin ilginç yanı, kitabın ilk baskısı bundan 6 yıl önce, başka bir yayınevinde, yine benim çevirimle çıkmıştı, ancak sesini pek duyuramamıştı. Beş yıl sonra, 2012’nin Haziran’ında şimdiki yayınevim Kırmızı Kedi’de yeniden yayımlandı ve adeta okurlar kitabı yeni keşfetti. Hâlâ olumlu yazılar, övgüler çıkıyor roman hakkında, internette, bloglarda yer alıyor, alıntılar yapılıyor, özellikle de Prado’nun sözleri. Lizbon’a Gece Treni’nin böylesine büyük bir başarıya ulaşacağını tahmin etmiş miydiniz? Almanya ve Almanca konuşulan ülkelerde ve çevirisinin yayımlandığı yerlerde durum nasıl?

Kitap 34 dile çevrildi ve dünya yüzünde toplam 3,5 milyon kopya satıldı. Hayır, böyle bir başarı elbette beklemiyordum. Özellikle Prado’nun metinlerindeki varoluşsal konulara ilgi duyacak insanlar bulunacağını düşünmüştüm, ama bu sayılara ulaşacağı aklıma gelmemişti.

Sizce bu büyük başarının nedeni nedir?

Okurlarım bana genellikle iki neden söylerler: Varoluşsal temaların önemi ve sonra kitabın dili, yaratılan atmosfer ve şiirsellik.

Romanın başlarında baş karakterin son derece etkileyici bir biçimde anlatılması sayesinde Raimund Gregorius, tıpkı Gonçarov’un Oblomov’u gibi unutulmaz bir roman kahramanı oluyor. Bu karakteri yaratırken aklınızda bir örnek var mıydı, şahsen tanıdığınız ya da hakkında okuduğunuz, hayatından ve kişiliğinden etkilendiğiniz biri?

Hayır herhangi bir örnek yoktu. Romanlarımdaki kahramanların hiçbiri için bir kişiyi örnek almadım. Kahramanlarım tamamıyla içimden doğdu ve kendi iç dünyamın bazı bölümlerini temsil ediyorlar.

Lizbon’a Gece Treni’nde bazen Gregorius bazen de Amadeo Prado baş kişi olarak çıkıyor karşımıza. Bu iki kişiden hangisi başrolde ve neden?

Biri ötekinin önünde değil. İkisi de aynı derecede önemli,  ama farklı biçimlerde. Her ikisi de kelime sevdalısı, her ikisi de birer şair, ama hayatları birbirinden o kadar farklı ki, birbirine uyumlu farklı kişilikler diyebiliriz bu duruma.  

Kitapta çokça yer alan bir kavram da yalnızlık. Sizce insanın en büyük sorunu yalnızlık mı?

İnsanın en büyük sorunu diye bir şey yoktur. Ama yalnızlık herkesin hayatında belirleyici bir güçtür. Ondan korkarız ve yaptıklarımızın çoğunu bu korku yüzünden yaparız.


Prado’nun hikâyesinde baba-oğul ilişkisi çokça işleniyor. Bu konu Sahnede Ölüm’de de farklı bir açıdan yer alıyor. Baba-oğul ilişkisi sevdiğiniz bir tema mı?

Her ikisinde de baba-oğul ilişkisini işlemiş olsam da konuları bambaşka. Ortak olan husus şu: İnsan babasıyla (ve annesiyle) çatışarak kişiliğini bulur.  Ancak Gece Treni’nde, babayla olan ilişki aynı zamanda siyasi bir temaya sahip, Sahnede Ölüm’de ise çok kişisel: Başarısızlık. Baba-oğul ilişkisinin en sevdiğim konu olduğunu söyleyemem.   

Romanlarınızın kahramanlarını yaratırken felsefeden ne ölçüde yararlandınız? Edebiyatla felsefeyi nasıl birleştiriyorsunuz?

Felsefede de edebiyatta da mesele, bir şeyi zihnimizde yeniden canlandırma ve yaşananların anlaşılması. Felsefede bu hatırlama kavramsaldır, konu düşüncelerin saydam olmasıdır. Edebiyatta ise konu poetik bir saydamlıktır, duyumsal ve poetik yoğunluk ve cümlelerdeki ezgidir. Her ikisinin de mevcut olduğu romanlar özellikle ilginç gelir bana: düşünceye dayalı sorular ve poetik yoğunluk. Benim bütün kitaplarım böyledir. Varoluşsal temalara ise tabii felsefeden alışkınım.

Sahnede Ölüm’de bir aile tajedisi var. Heinrich von Kleist’ın Michael Kohlhaas adlı novellasına koşut gidiyor. Neden tam da bu temayı seçtiniz?

Babanın duygusal derinliğini iyice araştırmak için bir araçtı Kohlhaas. Bu karaktere duyduğu hayranlık baba hakkında pek çok şeyi açıklıyor bize.

Lizbon’a Gece Treni sinemaya da uyarlandı. Ben filmi İstanbul’da izledim. Romandan biraz eksikti. Sizin hoşunuza gitti mi ve hangi açılardan filmle roman arasında farklar var? Filmlerin romanların özünü yetersiz aktardıklarını düşünür müsünüz?

Bu konuda genel bir düşüncem yok. Lizbon’a Gece Treni’nde durum şöyle: Film, romanın atmosferini yer yer yakalamış, birkaç tane yoğun poetik sahne de var. Ama ne yazık ki pek çok şey de basitleşmiş, hem eylemde hem de diyaloglarda.  Vasat olmuş.

Lizbon’a Gece Treni ile Sahnede Ölüm arasındaki temel farklılıklar nelerdir?

Temada farklar var. Sahnede Ölüm’de tema müzik ve iki kişinin arasındaki yakınlık, Lizbon’da ise şiir ve siyaset. Bunlar farkların bir kısmı. Çok önemli bir farklılık, anlatıcının bakış açısında var: Sahnede Ölüm, birinci tekil şahsın yoğun anlatımından besleniyor, Lizbon’a Gece Treni ise kişilerle anlatıcının arasındaki mesafeden, ki bu mesafenin kendi yoğunluğu ve kendi büyüsü var.

Her iki kitabı da yeniden yazma fırsatınız olsaydı, neleri değiştirirdiniz ve neden?

Hiçbir şeyi değiştirmezdim.

Bugüne kadar yazmış olduğunuz romanlar arasında sizi en çok hangisi tatmin etti? Aklınızda başka romanlar var mı?

Böyle bir derecelendirme yok benim gözümde. Hepsini seviyorum. Ve evet, yazmaya devam edeceğim.

Son bir soru: Neden takma adla yazıyorsunuz?

İlk başta korunma amacıylaydı. Bir profesörün roman yazmaya başlaması birtakım zorluklar yaratabilir. Sonra da değiştirmedim ve takma adla yazmayı sürdürdüm.

Fas’ın çöllerinden Marakeş pazarına gelen gizemli bir yolcu, masalcıların arasında kendi öyküsünü anlatmaya başlar: Kadir Gecesi’nde ölüm döşeğindeki babası, erkek gibi yetiştirilmiş Zehra’ya artık bir kadın olabileceğini söyleyince Zehra trajediyle masal arasında gidip gelerek kadınlığı, erkekleri ve Kuzey Afrika’nın tozlu yaşamını yeni baştan öğrenecektir. Zehra’nın, Kuzey Afrika’nın egzotik atmosferinde, hayallerle rüyaların birbirine karıştığı şiirsel bir itiraf gibi sunulan hikâyesi, yazarı Tahar Ben Jelloun’a 1987 yılında Fransa’nın en saygın edebiyat ödülü Goncourt’u kazandırmıştı. Sinemaya da aktarılan Kutsal Gece, yazarın bir önceki romanı Kum Çocuk’la birlikte ustalığının dünya tarafından tanındığı en önemli yapıtıdır.