2 Ocak 2014 Perşembe

Ozan Ezgi Berberoğlu

Çantalarımın diplerini silkeledim, gardıroptaki montların tümünün ceplerine elimi daldırdım. Halen gereken parayı toplayamadım. Annemden de 20 bin lira koparırsam o kaset benim olacak. Madonna yeni albüm çıkarmış. Orijinali maalesef çok pahalı. As Sineması’nın pasajında “çekme kaset” satan bir yer var. Geçenlerde benim için bir Erotica albümü hazırlamasını istemiştim. “Hafta sonu gel al” dedi. Radyo ne kadar sık da çalsa iki tekrar arasında en az bir saat bekliyorum. Kaset çaların kaydedicisi bozuk. Hem albümde sadece bir şarkı yok ki. İleri-geri sarmaktan sesi çatlayana kadar dinleyeceğim onu yarın gece…

Doksanlar, popüler kültürün öncülüğünde evrilen toplumsal algıların dönemiydi. Bence o yılları tanımlayacak en iyi eylem “yırtılma”. Bu yırtılma kültürel bir devinimin yanında ilişkiler temelinde de ortaya çıkan bambaşka bakış açılarını tarif ediyor. Doksanların çocukları bugünü ayakta tutan erişkinler. Bu nedenle olsa gerek doksanlardan bahsederken akla ilk önce o dönemin çocukları gelir. Bunda dönemin, popüler kültür akımının ergenler arasında simgeleştiği yıllara denk gelmesinin de payı var. Oysa doksanlı yılların ebeveynleri de başkadır. Daha önceki jenerasyonlar bir biçimde birbirini takip eden karakterler gösterse, ufak farklılıkların ötesinde geleneği sürdürme eğiliminde olsa da 20. yüzyılın son döneminde ebeveyn olmak da bambaşka hareketleri beraberinde getiriyordu. Bu yıllarda çocuklar daha fazla görüyor, daha fazla istiyor ve daha uzakları hayal ediyorlardı. Uygar Şirin’in üçüncü kitabı Karışık Kaset tam da bu dönemin insan ilişkileri, müziği ve aşkını anlatıyor.




Karışık kaset yapmak ciddi bir süreç. Ulaş’ın hazırladığı kasetlerde kendi anılarımı görüyorum. Önce kasede koyacağı şarkılara karar veriyor: Sezen, biraz MFÖ ya da Erkin Koray. Sonra sıra bu kasede bir isim vermeye geliyor. Ulaş yaptığı kasetlere iki isim vermeyi tercih ediyor. Birincisi kasetin başlığı ikincisi ise açıklaması. “Gölgedekiler: Az Bilinen Güzel Şarkılar ve Şarkıcılar” ya da “Sezen Aksu: En İyiler” işte bu şekilde ortaya çıkan karışık kasetler. Sözleriyle hayallerimize yön veren, hüzünlerimizi ve arzularımızı eyleme dönüştüren şarkılar ve onların sahipleriyle kurduğumuz bağın gücünü bize tekrar gösteren Uygar Şirin, şarkıcılara duyulan sevgiyi bir ergen gözüyle çok güzel tanımlıyor. Sezen Aksu onun çocukluk aşkı. Her an yanı başında duruyor ve ona istediği şarkıları söylüyor. Her dakikalarını birlikte geçiriyorlar. Birlikte konsere gidiyor, el ele tutuşup vapurla Beşiktaş’a geçiyorlar... Uygar Şirin zamanı biriktiren bir yazar. Geçmiş onun zihninde halen bugünün bir parçası gibi. Ulaş’ın 90’lı yıllardaki yolculuğuna tanık olurken yazarın o döneme ait ayrıntıları zihninde halen taze tutabildiğini görüyoruz. Şirin, kahramanı Ulaş’ın anıları üzerinden, o yıllara dair unuttuğumuz birçok ayrıntıyı hatırlamamızı, beynimizin suskun noktalarının ateşlenmesini sağlıyor.





Kurguda, çocukluk döneminde başlayan bir aşkın başkahramanları onar yıllık aralıklarla tekrar karşılaşıyorlar. Her karşılaşmada Ulaş’ın yıllar boyu koruduğu İrem ve müzik tutkusu tekrar açığa çıkıyor. Her ana, o dönemi temsil eden şarkılar eşlik ediyor ve tüm duygular notalarla bir sonraki on yıla taşınıyor adeta. Karışık Kaset bir müzik arşivi olmanın yanında, son otuz yılın alışkanlıklarına, değişen algılarına ve kente dair detaylara adanmış bir roman. İçinde kente ve müziğe bolca yer veren romanlara ayrıcalık tanıyan biri olarak Uygar Şirin’in kitabını okuduğumda yakın tarihin İstanbul’unu da tekrar, dışarıdan izleme olanağı buldum diyebilirim.




Karışık Kaset’in her sayfasında kendi anılarımızdan da bir parçaya rastlıyor ve gülümsüyoruz. Şirin’in kitabını bu denli samimi yapan en önemli unsur dili. Detaya fazlasıyla önem vermesine rağmen yazar tüm kurguyu gündelik dile yedirerek yüksek edebiyat yapmak yerine, onu hayatımızdan bir kesitmişçesine sahiplenmemizi sağlıyor. Bu samimiyet, kendisini ve yarattığı kahramanları okura yakınlaştırıyor. Ulaş’ın deneyimlerinden, dinlediği şarkıların bıraktığı izden ve hayallerine yön veren aşkından kendi anılarımıza uyarlayabileceğimiz o kadar şey var ki. Bu noktada biraz bencillik yaparak, Karışık Kaset’ten zevk almayı bir ön şarta bağlamak istiyorum: Doksanlarda yaşamış olmak. Bilhassa 30’lu yaşlarında olanlar Karışık Kaset’te çocukluk ve gençliklerine dair çok fazla şey bulacaklar.

Ulaş’ın anılarına tanık olurken aslında o yaşlarda benzer duyguları defalarca yaşadığımızı hatırlıyoruz. 90’ların ruhunun bizlere yüklediği hayal gücü hepimizi o dönemin renkli çocukları yapmış. Bizler birbirinden habersiz ancak aynı yıllarda ortak duyguları, arzuları ve müzikleri paylaşan kocaman bir orduyuz. Uygar Şirin’in Karışık Kaset’te bizi davet ettiği geçmişe yolculukta unuttuğumuz ancak hepimizin belleğinde bir köşede bekleyen bazı detaylardan bir liste:

  • Jelatinini açarken çatlayan kaset kapakları
  • Şarkı listesi yapıp şarkılara 10 üzerinden puan vermek
  • “Herıld yani!”
  • Kulağında walkman’le uyumak
  • Şarkı defteri
  • Akmar Pasajı
  • Taso
  • Bozuk kaset bantlarıyla oynamak
  • Şişe çevirmece


Kitabın kapağını açmadan önce fonda, Ulaş’ın İrem’e duyduğu tutkuyu ilk yeşerten şarkıyı başlatmayı unutmayın. 


Senaryo, roman ve sinema yazılarıyla tanıdığımız Uygar Şirin, Anne Tut Elimi ve Büyük Deniz Yükseliyor’un ardından üçüncü romanıyla okurla buluştu. Bu kez aşktan söz ediyor ve fonda Sezen Aksu’dan Göksel’e, MFÖ’den Mirkelam’a, Erkin Koray’dan Duman’a Türkiye’nin son 40 yılından onlarca şarkı çalıyor.

Karışık Kaset'in yazarı Uygar Şirin'le müzikten, yazıdan, anılardan ve elbette Karışık Kaset'ten konuştuk.




On yılda bir rastlaşan bir çiftin hikâyesini izliyoruz Karışık Kaset boyunca. Sizce müziğin gündelik yaşamdaki yeri nedir?
Şarkıları çok farklı amaçlarla kullanabiliyoruz. Çoğunlukla bize tercüman olsunlar, inandıklarımızı, hissettiklerimizi ve yüksek sesle söyleyemediklerimizi bizim yerimize anlatsınlar diye. Bazen bizi belli bir duygudan çıkarsınlar diye. Pek çok zaman o duyguyu derinleştirsinler diye... Özellikle “depresyon”dayken, ki bu sözcük genelde “aşk acısı” anlamına geliyor, şarkıları iyileşmek için değil yaramızı kaşımak ve kanatmak için kullanıyoruz. Böyle bir yaraya şarkı basma merakımız var.


Anılar ve şarkılar arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Şarkılar anıların duygusal yükünün hamallığını yapıyor, bazen duyguyu anıdan bile daha fazla sahipleniyorlar. Belli bir dönemde dinlediğiniz bir şarkı o andaki duyguyla bütünleşiyor, yıllar sonra karşınıza çıktığında, çok farklı bir ruh halinde bile olsanız o duyguyu çağırıyor. Kendinizi yine o evde, o sokakta, o deniz kıyısında, o yağmurun altında buluveriyorsunuz... Tam da bu yüzden Karışık Kaset’teki Ulaş gibi şarkılarla çok içli dışlı birinin, anılarından ve duygularından kaçması daha zor olur diye düşünüyorum. Ve hayat onu bir kuyuya ittiğinde, şarkılarla o kuyuyu derinleştirmesi daha kolay.


Ulaş isminin sizin için özel bir anlamı mı var? Anne Tut Elimi'de de bir Ulaş'la karşılaşmıştık.
İlk kez Anne Tut Elimi’de kullanmıştım. O karakteri çok sevdiğim için bir şekilde Ulaş ismiyle aramda bir bağ oluştu, yazdığım roman ve senaryolara denk gelirse bir Ulaş iliştirmeye çalışıyorum. Karışık Kaset’te durum biraz farklı. Burada okurla aramızda kurmaya gayret ettiğim küçük bir oyun var, Ulaş ismi o oyuna da katkıda bulunuyor.





Romanlarınızı yaratma süreciniz nasıl işliyor? Önce bir kurgu şeması, karakter dökümü gibi teknik bir çalışma yönteminiz var mı?
Yazmaya başlamadan önce hem karakterlerin tarihçelerini ve temel özelliklerini hem de olay örgüsünün kritik noktalarını, dönemeçlerini ve özellikle romanın finalini şekillendirmiş oluyorum. Ayrıca bir araştırma ve okuma süreci gerekiyor, romanın konusu ne olursa olsun... Fakat bu ön çalışmaları fazla uzatmamaya çalışıyorum.


Neden?
İnsan o dönemde bir yandan romanı yazmaya başlamayı delicesine isterken bir yandan da yazmaktan ölümüne kaçıyor. Ön çalışma faslı ve “Daha iyi olması için biraz daha hazırlanmam lazım” düşüncesi, asıl işi ertelemenin aracına dönüşebiliyor... Bir de ben her seferinde romanın omurgasını oluşturan bir temel cümle veya birkaç kelime/kavram belirliyorum. Bir noktadan sonra onlara bağlı kalmayı, hayal ettiğim karaktere veya öyküye bağlı kalmaktan daha çok önemsiyorum. Karakterler ve kurgu değişebiliyor, kendilerine yeni ve beklenmedik yollar çizebiliyorlar ama temel cümle asla değişmiyor.


Karışık Kaset için o cümle ya da kelimeler nedir?
Aşk ve eksiklik.


Karışık Kaset, 80’lerin sonu ve 90’ların başında çocukluğunu veya ilk gençliğini geçirenler için de bir tür geçmişe yolculuk gibi.
“Tıpkı benim çocukluğum/gençliğim” okurlardan en sık duyduğum sözlerden biri. Okurun kitapta anlatılan dönemle ilgili böyle hissetmesi çok güzel tabii... Roman üç ayrı yılda geçiyor; 1990, 2000 ve 2010. Benim için 1990’ları anlatmak, az önce bahsettiğim çerçevede, romanın iki sacayağından “eksiklik”i kurmak için anahtar görevini üstleniyordu. Büyürken, yaşlanırken, çocuklukta sahip olduğumuz şeyleri kaybettiğimizi düşünüyoruz. Bu bir ölçüde doğru olmakla birlikte, içimizde eksikliğini hissettiğimiz şeylerin, daha doğrusu bu eksikliğin ta kendisinin çocuklukta kurulduğunu düşünüyorum. Bir anlamda bunları ta en baştan, telafi edilemeyecek şekilde kaybediyoruz.


Karışık Kaset'i senaryolaştırdığınızı duyurmuştunuz twitter hesabınızdan. Karışık Kaset'in meraklıları filmi beyazperdede ne zaman görebilecekler?
Keşke bilebilsem... Sinema, romandan çok farklı bir iş. Onlarca insan bir araya geliyor, bir karar için pek çok kişinin oluruna ihtiyaç duyuluyor. Ayrıca çok ciddi paralardan söz ediyoruz... Ben senaryoyu tamamladım. Yapımcıların yönetmen arayışı ve bütçe gibi çalışmaları sürüyor. Her şey yolunda giderse 2014 yazında çekilir, 2014 sonu veya 2015 başında izleriz.


Karışık Kaset'i temsil eden bir şarkı seçmenizi istesek, o hangisi olurdu?
Mazhar Alanson’dan Ah Bu Ben.


Elif Tanrıyar
Milliyet Kitap Eki Aralık.2013 




Sylvia Plath'ın 50 yıl önce yazdığı "Sırça Fanus", yoğun otobiyografik özellikler taşıyan ve çoğu zaman yalnızca isimlerin değiştirilmesiyle yetinilip, gerçek hayattaki hemen tüm gerçek karakterlerin ve olayların yansıtıldığı bir roman
1963 yılının Şubat ayı, tarihe yaşanan en soğuk kışlardan biri olarak kaydedilmişti. Su borularının dahi donduğu o kış, bugün yalnızca rekor soğukluğuyla değil, şiir sevdalılarının kalbine buzdan bir bıçak gibi saklanan bir intiharla da anılıyor. 
11 Şubat 1963, pazartesi sabahı Sylvia Plath, odalarında uyumakta olan henüz bebek yaşlarındaki iki çocuğunun başucuna bir tabak kurabiye ve süt bırakıp, odalarının kapısının altını içeri gaz sızmasını önlemek için sıkıca bantlayıp, bir de battaniyeyle destekledikten sonra birkaç uyku hapı yutup ardından kafasını fırına sokup gazı açar. Henüz 30 yaşındadır. Geride iki küçük çocuk, yeni bitirilmiş bir evlilik, henüz yayımlanalı bir ay olmuş bir roman, çok sayıda şiir ve yeni oluşmaya başlamış hayranlar bırakacaktır. 
Kara mizah özellikleri
Öldüğünde basılalı henüz bir ay olmuş romanının adı "Sırça Fanus"tur. İçinde bulunduğumuz senede bir yandan Plath’ı ölümünün ellinci yılında anarken, "Sırça Fanus"un da 50. yaşını kutluyoruz. Ve bir sevindirici haber olarak Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Plath’ın eserlerini yayımlamayı "Sırça Fanus"un ardından sürdüreceğini öğrendik. Yeni bir çeviriyle Plath'ın "Günceler"i, ardından şiirleri, "Johnny Panic" ve "Düşlerin Kutsal Kitabı" ile üç öykülük bir de çocuk kitabı gelecek.
"Sırça Fanus", Plath’ın güncelerinde dahi çok fazla söz etmediği yıllarına dair ipuçları içeriyor. Yoğun otobiyografik özellikler taşıyan ve çoğu zaman yalnızca isimlerin değiştirilmesiyle yetinilip, gerçek hayattaki hemen tüm gerçek karakterlerin ve olayların yansıtıldığı bu roman; Plath’ın kolejdeki ilk yılları, New York’taki bir kadın dergisinde staj yaptığı bir yaz ve ardından içine düştüğü derin depresyon ve nihayetinde kapatıldığı ruh hastalıkları kliniğindeki deneyimlerine dair son derece sarsıcı bir öyküyü anlatıyor. Zaman zaman trajikomik, zaman zaman kalp paralayıcı olan ama keskin bir zekayı ve sıra dışı bir gözlem gücünü yansıtan bu roman, aynı zamanda diliyle de kara mizah özellikleri taşıyor. 
Plath’a özellikle de bir kadın okur olarak kayıtsız kalmak neredeyse imkansız. "Sırça Fanus"u okuyup, yaşamını merak etmemek de olanak dışı! 1933 yılının 27 Ekim’inde Boston’da doğan Plath’ın, belki de tüm yaşamını daha en baştan sakatlayan, tıpkı çizik bir plak gibi hayatı boyunca hem ölümden ve erkeklerden dehşetli korkup hem de ikisine de delice bir tutkuyla bağımlı kılan olay ise o henüz dokuz yaşındayken babasının beklenmedik ölümü oluyor. Bunun ardından Tanrı’yla konuşmaktan vazgeçtiğini söyleyen Plath, tuhaf bir şekilde öldüğü için babasına karşı da bir tür nefret duyuyor hayatı boyunca. Tıpkı seveceği tüm erkeklere aynı anda aşk ve nefret duyacağı gibi... Daha sonra en ünlü şiirlerinden biri haline gelecek olan "Daddy" şiirinde de ona şöyle sesleniyor: “Babişko, seni öldürmek zorundaydım/ Sen kendin öldün, ben zaman bulamadım.”
Feminist edebiyatın ilklerinden
İlk gençlik yıllarını annesi ve erkek kardeşiyle geçiren Plath, okul yılları boyunca hep iftihar listesine giren ve bu sayede birbiri ardına burslar kapan bir öğrenci oluyor. Erkeklerle ise psikolojik olarak zaman zaman karmaşık ve zorlayıcı da olsa ilişkiler kuruyor. Onun belki de asıl yaşam trajedisini ise dahilerle yarışan IQ’su, baş edemediği zekasının özellikle de genç bir kız olarak içinde yaşadığı zamanın değerlerinin hiç farkında olmadan onu boğmaya başlaması oluşturuyor. Henüz dokuz yaşında ilk şiirini yazmasını sağlayan hassas duyarlılığı ve gökyüzünde patlayan ani fişekleri anımsatan parlak zekası, ne yazık ki onun hep sıradan hayata ve insanlara karşı uyumsuz hissetmesine de neden oluyor. 
İşte "Sırça Fanus", onun tam da bu en hassas zamanlarına, erişkinliğe henüz adım atmış olsa da hâlâ ergenlik öfkesiyle de yanan bir genç kız olduğu dönemlere dair bir hikaye anlatıyor. Romanın birebir kendisini yansıtan genç kadın kahramanı Esther Greenwood, kazandığı bir yarışma sonrası New York’taki bir kadın dergisinde yaz boyunca staj yapmaya gelir. Buradaki hayat dönemin diğer genç kadınları için gerçek bir rüyadır. Dergide yarı zamanlı çalışmalarının karşılığında moda defilelerinden pahalı kıyafet ve makyaj malzemesi hediyelerine, lüks yemeklerden New York’un ışıltılı gece hayatına dek pek çok imkan sunulmaktadır onlara. Esther ise kendini hep bir tür dış gözlemci pozisyonunda bulur. Erkeklerle yaşadığı önemsiz ancak iz bırakan başarısız denemeler de onun bu ruh halini olumsuz yönde etkiler. Birkaç yıl önce ümitsizce âşık olduğu bir genç olan Buddy ile beklenmedik bir şekilde yakınlaşmışlar ve artık herkes onların evlenmesini bekler olmuştur. Geleceğin parlak doktoru Buddy verem olup bir sanatoryuma yatmak zorunda kalsa da her geçen gün iyileşmekle kalmayıp, ona evlenme teklifinde de bulunmuştur. Ama Esther farklıdır işte! O diğer genç kızlar gibi hayatta bir erkeğin eşi olup ev içine tıkılmak ya da bir kadın için yegane iş olarak görülen bir stenograf olmak yerine, ne olduğunu bilemese de, farklı şeyler ummaktadır hayattan. New York’tan eve dönüş ise onun için büyük bir yıkımın başlangıcı olacaktır. Tek kurtuluş ümidi olan yazarlık kursundan red cevabı almıştır. O da giderek büyük bir depresyonun içinde kaybolmaya başlar. Yarına karşı duyduğu ümitsizlik defalarca intihara teşebbüs etmesine yol açar. Ve son teşebbüsünün ardından önce bir akıl hastanesine, daha sonra da özel bir kliniğe yatırılır. Orada kendisiyle ilgilenen bir kadın doktor sayesinde yeniden dengesini bulmaya başlayacaktır.
"Sırça Fanus", görüldüğü gibi dönemin şartları nedeniyle sahip olduğu tüm yeteneğe rağmen ve aslında o yetenekleri nedeniyle toplumun beklentilerine karşı geliştirdiği uyumsuzluklar sonucu akıl sağlığını yitiren bir genç kadının sarsıcı hikayesini anlatıyor. Bu yönüyle de feminist edebiyatın ilk örneklerinden biri sayılıyor.
Sylvia Plath’ın, şiir sevdalılarının dillerinden düşmeyen pek çok ünlü şiiri de var. Ancak içlerinden belki de en ünlüsü "Deli Kızın Aşk Şarkısı" adını taşıyor. Şiirin ilk dizelerinde şöyle diyor şair: “Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi / Açarım gözkapaklarımı ve doğar her şey yeniden / (Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)” 
İşte neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir ömre sığdırılan ve iyi ki ‘kafasından uydurmuş’ dedirten onlarca şiir, roman, hikaye ve günce sayesinde; o ‘deli’ kızın şarkısı bugün de hâlâ çalınmayı sürdürüyor. 

1 Ocak 2014 Çarşamba




BirGün Kitap Eki 137. SayıBaşak Baysallı


Romanlarında Pascal Mercier, adını kullanan yazarın gerçek adı, Peter Bieri. Felsefeci kimliğinin ardında yazdığı kitaplarında gerçek adını kullanan yazar, romanlarında Pascal Mercier adını tercih ediyor. Dil ve zihin felsefesi alanında çalışmasına rağmen romanlarında ahlak felsefesi etrafındaki temaları öne çıkarıyor. 2004 yılında yayımlanan, varoluş, yalnızlık, yabancılaşma gibi temaları birleştiren ve bireyin içinde bulunduğu durumu sorgulayan “Lizbon’a Gece Treni”nden sonra, “Sahnede Ölüm” ile okurların karşısına çıkıyor Mercier. Kırmızı Kedi Yayınevinden çıkan kitabın çevirisi İlknur Özdemire’e ait. 

İlknur Özdemir’in Pascal Mercier’le yaptığı bir röportajda yazarın edebiyat-felsefe ilişkisine dair söyledikleri dikkat çekicidir: “Felsefede de edebiyatta da mesele, bir şeyi zihnimizde yeniden canlandırma ve yaşananların anlaşılması. Felsefede bu hatırlama kavramsaldır, konu düşüncelerin saydam olmasıdır. Edebiyatta ise konu poetik bir saydamlıktır; duyumsal ve poetik yoğunluk ve cümlelerdeki ezgidir. Her ikisinin de mevcut olduğu romanlar özellikle ilginç gelir bana: Düşünceye dayalı sorular ve poetik yoğunluk. Benim bütün kitaplarım böyledir. Varoluşsal temalara ise tabii felsefeden alışkınım.”

Felsefenin meselelerini edebiyatla birleştiren Pascal Mercier, Sahnede Ölüm’de insanlığın tabuları, doğrunun ya da yanlışın ne olduğu, yaşananların algısının insandan insana değiştiği, ahlakın nasıl algılandığı gibi konulara yer veriyor. Yüzyıllardır tartışılan bu sorulara zaman zaman felsefeci zaman zaman da yazar kimliğiyle bir yanıt arıyor. 

Roman, karmaşık aile ilişkilerini ele alıyor. Baba, ünlü piyano markası Steinway’in akortçusu olarak tanınan ve bu alanda sözüne güvenilen biri; ancak o, bu işi küçümsüyor ve beste yapmak istiyor. Tüm hayatını bu isteği gerçekleştirmeye adıyor. Bu noktada okur istek, arzu, hırs duygularıyla yüzleşiyor. Tutkunun ve başarı hırsının insanı nasıl ele geçirdiği, zamanla nasıl şekillendirdiği, etrafındakilerle - en yakınlarıyla bile - ilişkilerini nasıl etkilediği üzerine düşünmeye başlıyor. Bundan sonraki bölümler babanın sürekli reddediliş hikâyesi etrafında gelişen aile trajedisini anlatıyor. Babanın bestelerinin farklı yarışmalarda reddedilişi, karısı ve ikiz çocuklarının psikolojisinde derin izler bırakıyor. Onların yaşamı algılayışına, kendilerini tanıma yolculuğuna eşlik eden, babanın tutkusu ve reddediliş hikâyesi. Özellikle çocuklarının kişilik gelişiminde babanın içinde bulunduğu ruhsal durumun etkileri ele alınıyor. Yazar, bu durumun, hayatı nasıl da zorlaştırdığı üzerinde okuru düşündürüyor. İkiz çocuklardan Patrice’in kitabın bir yerinde söyledikleri bu açıdan önem taşıyor: “Başarı istemiyorduk, çünkü o yabancılaştırıyordu, başarı arzusu, sende gördüğümüz gibi, insanı tahrip edebiliyordu. Başarısızlığın peşinden gittik. Senden daha iyi yapmak istiyorduk; başarısızlığın altında inlemek yerine, ondan yararlanıp kendimizi bulmak istiyorduk.”

Sahnede Ölüm, Patrice ve Patricia adlı ikiz kardeşlerin birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor. Bu mektuplarla ailenin yaşadıkları yavaş yavaş çözülüyor. Yaşadıkları bir olay nedeniyle yıllar önce evi terk eden ve birbirlerinden olabildiğince uzağa giderek orada yeni yaşamlar kuran kardeşler, yıllarca haberleşmeden, sadece anneleriyle bağlantı kurarak yaşıyor. İnsanlığın tabuları ikiz kardeşlerin birbirleriyle ve anneleriyle olan ilişkileri ekseninde ele alınıyor. Okur, bu ilişkiler aracılığıyla doğru-yanlış/iyi-kötü gibi zıtlıkların yanında sevgi, aşk, acıma, korku gibi duygularla insan doğasını ve toplumda yaratılan tabuları anlamaya/anlamlandırmaya çalışıyor. 

Bir gün, hiç beklemedikleri bir haber alan kardeşler, eve dönmek durumunda kalıyor. Kurgu, bu noktadan sonra zamanda kırılmalar ve geriye dönüşlerle bu olaya kadar geçen zamanı anlatmaya başlıyor. Çocukluk anıları, annenin dengesiz psikolojisi, baba ile annenin birlikteliği, babanın kendileri ile ilişkisi, ayrı yaşadıkları süre boyunca hayatlarına giren insanlar yine mektuplar aracılığı ile ele alınıyor. Patrice ve Patricia’nın birbirlerinden ayrı kaldıkları dönemde yaşadıkları anlatılanlarda öne çıkıyor. Patricia bu zaman diliminde hayata tutunabilmek için çaba göstermiştir. Patrice ise, hasta bir çocuk olan Paco etrafında bir hayat kurmuştur. Yazar, Paco ile Patrice’in çocukluğuna gönderme yapıyor. Okur, Paco ve Patrice’in ilişkisinin ele alındığı bölümlerde kullanılan imgelerle bu göndermeye ulaşıyor. Paco’nun hastalığı, Patrice’in ruhundaki bunalıma ışık tutuyor. Patrice’in çocukluğuna dair bu bunalımı, Paco’nun hastalığı ile somutlaşıyor. 

Bu karmaşık ilişkilerin ortasında okurun belki de en çok sorguladığı kavramlardan biri, masumiyet. Okur, Kimin masum/suçsuz, kimin suçlu olduğu; bir suçun olup olmadığı gibi sorulara roman boyunca yanıt arıyor. Her bir karakterin ruhsal açmazları, gerilimleri bu sorulara tek bir yanıtın verilebilmesini zorlaştırıyor. 

Psikanalitik kuramın yaklaşımıyla çözümlenmeye çok uygun bir roman Sahne’de Ölüm. Yazarın Freud’un kuramlarını karşılayan karakterler yarattığı söylenebilir. Her olayın/durumun altında cinsel dürtülerin yer alması, her imgenin ahlaki yasakları akla getirmesi, roman boyunca kullanılan dil, özellikle hatırlama anlarında eşyalara yüklenen anlamlar ve bu eşyaların betimlenmesi sırasında seçilen sözcükler psikanalitik çözümlemeye yatkınlığın bir göstergesi.

Sahnede Ölüm, toplumsal/bireysel tabuları, ahlaki değerleri sorgulayan yaklaşımı ve dilindeki şiirsellik ile okurların ilgisini çekebilecek bir roman.