31 Ekim 2013 Perşembe

2 Kasım 2013 Cumartesi
Marmara Salonu 15.15-16.15
Söyleşi: “Eren Erdem’le Söyleşi”
Konuşmacı: Eren Erdem

3 Kasım 2013 Pazar
Interexpo Salonu 12.00-13.00
Söyleşi : “Tuncay Özkan’ın ‘Ötekiler’ Kitabı Üzerine”
Konuşmacılar:  Orhan Bursalı, Mustafa Mutlu, Ümit Zileli

Marmara Salonu 12.00-13.00
Söyleşi: “Doğan Avcıoğlu’nun 30. Ölüm Yıl Dönümü Anması”
Konuşmacılar: Altan Öymen, Uluç Gürkan, Doğan Yurdakul

Karadeniz Salonu 17.00-18.00
Söyleşi: “Hüsnü Arkan’la Edebiyat-Şiir-Müzik Üzerine Söyleşi”
Konuşmacı: Hüsnü Arkan

8 Kasım 2013 Cuma
Karadeniz Salonu 12.00-12.45
Söyleşi: “Çocuklarla Baş Başa”
Konuşmacı: Görkem Yeltan

10 Kasım 2013 Pazar
Marmara Salonu 12.00-13.00
Söyleşi: “Şiirli Söyleşiler”
Konuşmacı: Şükrü Erbaş

30 Ekim 2013 Çarşamba



Doğu’nun uzak bir kasabası olan Yelnehir’de yolları kesişen, kaderleri birleşen bir avuç insanın hikâyesidir, Fırtına Takvimi. Doğanın eline terk edilmiş, fırtınaların yıktığı, sellerin savurduğu bir ilçede hayata tutunmaya, sevdiklerini yaşatmaya, var olmaya çalışan yöre insanlarıyla, büyük şehirden gelip orada bambaşka koşulların içinde yoğrulan insanların, Alevi Halil ile Kevser’in, kızlarını tedavi eden Doktor Levent ile Süreyya’nın Levent’in hayatına dâhil olan Hemşire Nur’un, bir türlü evlenemeyen Yücel ile sevgilisi Leyla’nın… Şiirsel bir anlatım, çarpıcı betimlemeler, acıtan hayat hikâyeleri. 

Usta öykücü Jale Sancak bu kez bir romanla okurlarıyla buluşuyor. Okurlarının, yazarın öykülerinden aşina olduğu, yaralı, parçalanmış, kırgın karakterle örülü, her biri kendi dramı içinde yaşama tutunmaya çalışan insan portreleri bu kez bir roman örgüsü içinde ortaya çıkıyor. Sancak öykülerindeki karakter kurma, karakterlerinin iç dünyasını yansıtmadaki ustalığını, çok parçalı bir roman kurgusunu kotarmakta da ortaya koymuş.


29 Ekim 2013 Salı

Soner Can

Star Kitap Eki 12.10.2013 


Geleneği ve kaderi kıran, hikâyenin de nihayete getiren son Aşur, Halime Hanıma “Para ve iktidar tutkumuz en önemli zaafımız” diyordu. Bu, belki de destansı romanında Necip Mahfuz'un on kuşağın üzerinden vermek istediği en önemli mesajdı;
Para ve iktidar tutkusu hırsı er ya da geç insanı kuşatır. Buna direnmek için sahiden güçlü ve kararlı olmak gerekir.
Para ve güç ikliminde en çabuk pes eden kavram ise 'adalet'tir, hani şu yanı başımızda tutmayı beceremediğimiz, paraya ve iktidar duygusuna sarındıkça kaçırttığımız 'adalet!
Büyük şair Nedim, bahardan (gençlik çağından) söz ederken deyivermişti:
“Bir nim neşe say bu cihanın baharını”
Bu cihanın baharı yarıda kalıveren bir neşedir, pek bir gelgeçtir.
Adalet de tıpkı Nedim'in baharını andırır. Bir an varlığını hissettirse bile, Mahfuz'un Şemseddin'in hikâyesini anlatırken satır arasında fısıldayıverdiği gibi pek bir kıymetlimizdir...
“Adaletin şefkatli gölgesinde elem kaybolur nisyanın kuytu köşelerinde. Yürekler imanla dolar, içerken dut ağaçlarının ab-ı hayatından, ilahilerin nağmesiyle zevk ederler, sözlerinin manasını anlamadan. Peki, ilânihaye sürer mi yıldızların parlaklığı ve berraklığı?..”
Elbette sürmez!..
“Süreklilik mümkünse şayet niçin değişir mevsimler?” diye Kadir'in bahsinde değişimin, kâh iyi kâh kötü ama kaçınılmazlığından dem vuran yazar, on kahramanını da iyi ve kötü ile güreştirir. O on kahraman da bizler gibi bazen iyinin bazen kötünün esiri olurlar. Kimilerinin yaptığı yanına kâr kalır, kimi ise büyük bedeller öderler.
Bir miktar kötüye meyyal olsa da el-Naci soyu, aşkı hiçbir zaman ıskalamaz. Hayatın tadını çıkarma konusunda da doğup büyüdükleri ve canlarını verdikleri sokağa misal teşkil ederler.
Peki niye sayısız ibret vesikaları olmasına rağmen niye istikrar çizgisinde hareket edemezler?..
Cevabı basit, dahası günümüzde gözümüze sokulası ibret vesikalarında hayretler içinde izlediğimiz üzre: Ademoğlu parayı ve gücün terkisine oturursa er ya da geç kokuşacaktır.
İşte bu adem, kısacık ömrü boyunca bedeninin üzerine titremişken, cesetleşince organizmaların en çabuk ve en berbat kokuşanı olması ne hüzünlü bir paradokstur.

***

el-Naci soyunun en tartışmalı oğullarından Celal, ölümsüzlük peşine düştüğü vakit, aktar Abdülhalik'e “Ölümsüzlükten korkuyorsun” diyerek alt etmeye çalışır sözüm ona. Fakat aktarın cevabı dramatiktir: “Kim korkmaz! Kıyamet gününü görecek kadar yaşayacağımı hayal ediyorum da, bütün dostlarımı, ailemi toprağa vereceğim, tanımadığım insanların arasında yapayalnız kalacağım, oradan oraya sürüklenip duracağım, her yerden dışlanacağım...”
Abdülhalik'in ölümsüzlüğün rezilliğine dair diskuru Yeşil Yol filminde Darabont, Paul Edgecomb'a (Tom Hanks) üç aşağı beş yukarı söyletmişti. O film de zaten bir Stephen King romanından uyarlanmıştı. Yani şu fani dünyada ölümsüzlüğü imkânsızlığı ve rezilliğini bir best seller romancısı da akıl edebiliyor netekim.

***

Necip Mahfuz, bütün büyük hikâyelerini bir sokak panoraması eşliğinde kuruyor. Büyük yazarın bu tercihine sebep olan şeyin, onun hiç Kahire'yi terk etmemiş olması pekala mümkündür.
Ezilenlerin destanı da bir sokakta başlıyor, yüz yılı aşkın bir süre (Öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü romanda zaman kavramı son derece spesifiktir) devam ediyor ve aynı sokakta sonlanıyor. Biraz ileride yine önemli bir figür olarak el Hüseyin Camii var. Dergâhlar, türbeler, tekkeler, esrar tekkeleri, meyhaneler birbirinin zıddı mekânlar olarak hikâye boyunca bir görünüp bir kayboluyorlar.
Mutlak ölümsüzlüğü arayan Celal'in gördüğü bir rüya üzerine inşa ettirdiği camisiz minare hariç, her şey iyinin ve kötünün yanında muntazaman yerini alıyor. Minaresiz cami ise belki de firavunların piramitleri, Babil Kulesi gibi tuğyanın sembolü olarak dikiliyor milletin tepesine. Bir gün Aşur'ların sonuncusu onu yıkana değin halk ecinniler başlarına bela olur diye ondan uzak duruyor. Camisiz minare yıkıldığında sokakta tiranlık belirsiz bir tarihe kadar ilga olurken ahalinin başındaki ecinniler de dört bir yana savruluyor.

***
Lakin, Necip Mahfuz, sokaktakileri niye 'ezilenler' olarak vasıflandırıyor?
Öncelikle kadınları sebebiyle...
Sokağın kadınları ki kimileri hin fikirli, cin bakışlı olsa, gözleri velfecri okusa da iyiliğin ve kötülüğün malzemesi olmaktan geri kalmazlar. Birkaçını görmezden gelirseniz tamamına yakını itilip kakılmış, aldatılmış, küstürülmüş ve mahrum bırakılmışlardır. Erkeklerin sopalarla ve cüsseleriyle verdikleri savaşta onlar ancak 'tercih' edilebilir' varlıklar olarak Mahfuz'un 'ezilenler' ordusunun saflarında yerini almışlardır.
Ezilenler'den kasıt başka kimler olabilir...
Belki çocuklardır. İnanılmaz bir sıklıkta yapılan sonra sokağa sefaletin gayyasına sürülen, fakirlik içinde salya sümük çocuklar!
Belki de erkeklerdir. İşsiz, mesleksiz, sahipsiz, gece gündüz çalışıp bir hırka bir lokma hayat süren, hastalıklarla boğuşan, salgınlarda bile devlet tarafından hayvanca muameleye maruz kalan o 'tutunamayan'lardır.
Belki de topyekün sokağın kendisidir.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı, kanunsuzluğun kol gezdiği, sefaletin rutinleştiği, dolayısıyla zorbalığın hâkim olduğu sokakta herkes kendi çapında ezilendir.
Hatta parası ve zorbalık yapacak kadar gücü olsa bile o kokuşmuş sokağı terk edip gidemedikleri için sokağın zorbaları da birer ezilendir.
Erkeği, kadını, çocuğu, zengini, fakiri, güçlüsü ve çelimsiziyle hepsi birer ezilendir.

“Kahkaha ve gözyaşı aynı ölçüde mukadderdir” diyor, Necip Mahfuz. Ezilenler'den çıkarılabilecek en büyük hayat felsefesi bu.

Serdar Çelik

Akşam Kitap Eki 11.10.2013 

Sonbaharın hüzünlü romantikliğiyle eve dönen biz gezgin ruhlar, bir yerde kalıp yosun bağlamanın ne olduğunu bilemediğimizden mi yoksa huzursuz içgüdümüzün dürtüklemesinden midir bilinmez, hep yeni seyahatler kurgularız. Evdeki hesap çarşıya uymayınca da diğer gezginlerin yazdıklarına sararız. Bunun için uzun yıllar yaşadığım Hispanik kültürün içinden ve İspanyolcanın sunduğu geniş yayın yelpazesinden birkaç kitap seçeyim diye internet kitapçılarını dolaşırken bir şey dikkatimi çekti. Sanıyorum sadece benim gibilerin değil, yerinden kıpırdayamayanların da bolca aradığı bir tür olup çıkmış seyahatnameler. Hele bir de gezip tozup, yiyip içip sonra tüm detaylarıyla anlatan ve sayıları yüz binleri aşan blog yazarlarını da işin içine katarsak modern Evliya Çelebi’lerden geçilmiyor ortalık. 
Bence seyahatname okumak gezi rehberine danışmak gibi bir şey değil, onda aynı yere defalarca gidilmiş olsa bile yazarın sizin göremediğiniz şeyleri görmüş olması, bakmadığınız yerden bakmış olması önem kazanıyor. Aynı Enis Batur’un henüz raflara konan Ziyaretler Kitabı’nda olduğu gibi görülen yerdeki mekânlara, havaya, yaşayanlara, ağaçlara, taşlara kimsenin bakmayı aklının ucuna getirmeyeceği gibi bakmak gerekiyor. Ayrıca bulunduğu yerlerde, belki de oranın en uzun yıllardır yaşayanı olan güvercinlerin, rüzgârların, gölgelerin izlerini de okura yaşatması ayrı bir tat veriyor. Bir de benim uzun yıllar yaşadığım Katalunya’ya “Katalaneli” demesine de bayıldım doğrusu, hiç aklıma gelmemişti ama şimdiden sonra kullanacağım, haberi ola. Şiirsel betimlemeler de yapmış bu kitabında Enis Batur, ama mekânla karşılaştırmalı olarak değişik bir tarzda yazdığı o günlük kıvamındaki “Ağustos Defteri” kısmı, insanların günlük yaşantılarında neler yaptığı ve nasıl yaşadığı beni zerre kadar ilgilendirmediğinden olsa gerek, oldukça gereksiz gibi geldi bana. Günümüzde gezi yazılarının önemi gittikçe artıyor, çünkü artık insanlar gittikleri yerleri sanki bir kameranın arkasından seyreder gibi sadece bakarak gezmeyi sevmiyorlar. Bu yetmiyor artık günümüz gezginine. Gidilen yerdeki yaşanmışlıklar, buralara sizden önce gelmişlerin gözlemleri, tarihin bıraktığı izlerin hikâyeleri neredeyse günümüz gezgininin olmazsa olmazları.
Geri dönüp yaz aylarında ispanyol dilinde en çok satanlar listesine bir göz atıp da çoğunluğu gezi yazılarının aldığını görünce sadece ben değilmişim böyle düşünen dedim kendi kendime. Neler yok ki listelerde. Elinde Gılgamış Destanı’yla Mezopotamya’da Babilonya’nın izini sürenlerden, cennetlik ve cehennemlik Karibeyi (Ancho Mar de los Sargazos - Jean Rhys) anlatanlara kadar. Benim dikkatimi çekenler arasında, hayatının büyük bir kısmını Balear Adaları’nda geçiren, eserlerinden bazıları ülkemizde de yayınlanan ünlü Hollandalı yazar Cees Nooteboom’un Akdeniz’in en bakir adalarından Menorka’yı anlatan Kırmızı Yağmur (Lluvia Roja - Siruela Yayınları) adlı kitabı oldu. Bu arada, İspanya’nın saygın yayınevlerinden Siruela uzun zamandır “Zamanın Gözü” adında bir seri yayınlıyor. Bu kategoriden çıkan kitapların genel özelliği, gezip görüp yaşadıklarını meraklısı için anlatan yazarlara yer vermesi. Ne diyelim, darısı bizim saygın yayınevlerinin seyahatname serilerine...

Kaynak: http://www.aksam.com.tr/ekler/kitap/enis-baturdan-cees-nootebooma-gezilerini-yazanlar/haber-251445


Selim İleri

Radikal Kitap Eki 13.04.2012 


‘Kendine Ait Bir Oda’ beş-altı yıl sonra 90 yaşında olacak. Virginia Woolf bu eserinin çekirdeğini, 1928 yılında Cambridge Üniversitesi’nde bir konuşma olarak var etmiş. ‘Kendine Ait Bir Oda’ yayımlandığı günden beri ilgi devşirmeye devam ediyor.
‘Kendine Ait Bir Oda’yı bu kez İlknur Özdemir çevirmiş dilimize; Türkçe açısından kusursuz bir çeviri, hayranlık duyarak okuyorum.
Öyle anlaşılıyor ki, Kırmızı Kedi Yayınevi Virginia Woolf külliyatına yol almakta. İlknur Özdemir, ‘Mrs Dalloway’i de Kırmızı Kedi için çevirmişti. Biraz ürkmüştüm. Çünkü bu eşsiz romanı Tomris Uyar’ın çevirisinden okumuştum. Sonra, Özdemir’in çevirisini okumaya başlayınca, daha ilk cümlede önemli bir ayrım çıktı karşıma. Bütün romanın anlatımını değiştirebilecek bir ayrım. Bence tartışılmaya değer.
‘Kendine Ait Bir Oda’yı yıllar önce başka bir çeviriden okumuş, pek tadına varamamış, bulanık sularda gezinmiştim. 

Şimdiyse eser pırıl pırıl görünüyor, dupduru, alabildiğine açık seçik. Bir kez daha ‘çevirinin önemi’ karşımıza çıkıyor.
Ama bambaşka bir sorun da karşıma çıktı. Kadının edebiyatla, yazıyla çiziyle özgürce uğraşmasını dileyen Virginia Woolf, bir ara şöyle diyor:
“Sizlere ancak önemsiz sayılacak bir hususta fikir verebilirdim – bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.”
1928’e varan süreçte, kadın kurmaca yazarlarının çileli yaşamlarını, sarp yollarını söylüyor bir bakıma. Bense yakın dönem edebiyatımızın, Türk edebiyatının çilekeşlerini düşündüm. Kadınların yanı sıra erkekler. Hatta erkek yazarlar sayıca daha kalabalık. Üstelik yıllar 1928 falan değil, 70’lere, 80’lere uzanıyor. Bugüne uzanıyor.
‘Handan’ 1912 tarihlidir. O çağda bir kadın yazarın kaleminden çıktığına inanılamayacak kadar cesur bir roman. Ufak tefek skandallar kopmuş ama, Halide Edib Hanım yolunda yürüyüp gitmiş. Pek parası yokmuş, ne var ki kendine ait bir odası olduğunu anılarından, ‘Mor Salkımlı Ev’den öğreniyoruz.
Çeyrek yüzyıl sonra Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir, adsız sansız ötekiler, hiçbirinin parası yok, kendilerine ait odaları yok, cezaevindeler.
Tanıdığım şairler, hikâyeciler, bir ikisi dışında romancılar bir ömür boyu edebiyatla geçim sağlayamadılar. Behçet Necatigil öğretmendi. Edip Cansever babadan kalma antikacılığı sürdürüyordu. Vedat Günyol, Rauf Mutluay öğretmenim oldular. Kemal Tair ‘Devlet Ana’ya kadar takma adla romanları, hatta Mayk Hammer’ler yazdı. Dağlarca’nın kitabevi vardı. Oktay Rifat Devlet Demiryolları’nda avukattı. Örnekleri istediğinizce çoğaltabilirim.
Demek, coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre koşullar adamakıllı değişiyor.
Virginia Woolf yazmak dediğimiz edimin ıcığını cıcığını deşiyor. Başarıya giden yolda, yazarın, hiç değilse geçinecek kadar para kazanmasını zorunlu görüyor. Sonra tabii kendine ait bir oda. Brontë Kardeşler’in serüvenini deşerken bu soydan kaygıları büsbütün gözler önüne seriliyor:
“(...) hem de bu kadınlar, o saygıdeğer evde bütün ailenin oturduğu odada, ‘Uğultulu Tepeler’ ya da ‘Jane Eyre’i yazmak için her seferinde birkaç tabakadan fazla kâğıt alamayacak kadar yoksuldular.”
77. sayfadan alıntı. Bu kez de yazmak nasıl engelleneez bir dürtüdür diye düşündüm, durdurulamaz, frenlenemez.
Emily Brontë ‘Uğultulu Tepeler’in ne kadar çok sevildiğini hiçbir zaman göremedi. Belki bu sevgiyi düşlemedi bile. Ama yazdı.
Virginia Woolf’a gelince, çıldırıya varan bunalımlara rağmen yazdı. Daha güvençli, özgüvenli olduğu halde, yazdıklarından hep endişe duydu. Yirminci yüzyılın en büyük romancılarından biri bugün. Büyüklüğün pahasını canına kıyışla ödedi.


İlknur Özdemir’in çevirisinden ‘Kendine Ait Bir Oda’yı mutlaka okuyun. ‘Gerçek’ yazarlığın hangi sancılardan geçtiğine tanık olacaksınız.


Kaynak: http://www.radikal.com.tr/kitap/cevirinin_onemi-1084869
Selim İleri
Radikal Kitap Eki 09.10.2013 


Mîna Urgan Virginia Woolf kitabını 1995’te yayımlamıştı. Çok severek okumuştum bu kitabı; bir tanıtma yazısı da yazmış olmalıyım.
Şimdilerde Woolf’un Yıllar’ını yeniden okuyorum. Kırmızı Kedi’nin verimi Yıllar’ı Dilek Berilgen Cenkciler çevirmiş; İletişim’deki basım Oya Dalgıç’ın çevirisidir. Mîna Urgan Yıllar için ne yazmış diye baktım; unutmuşum. İtiraf edeyim ki biraz şaşırdım: Mîna Hanım ağır bilirkişi edasıyla Yıllar’ı epey hırpalamış. Dalgalar’dan sonra bunu nasıl yazdı diyor, bir anlamda “ödün” verdi diyor; Yıllar’ı Dışa Yolculuk’tan, Gece ve Gündüz’den “daha başarısız” buluyor. İlk romanlar, sonraki çok başarılı dönem ve birden Yıllar’ın sıradanlığı:
“Sözün kısası, The Years’da, ne içerik açısından bir yenilik görülür, ne de biçimsel açıdan. Bu roman, Virginia Woolf’un yıllarca eleştirdiği gerçekçi geleneksel romana bir ödünden başka bir şey değildir.”
Acaba öyle mi? Mîna Urgan öyle olduğuna kesinkes inançlı; hatta, Woolf’un bu romanda şiirsel anlatımını da yitirdiğini ileri sürmüş. Ama ben yine de acaba öyle mi diye duraksıyorum… Geleneksel roman için ‘olay örgüsü’nü Urgan zorunlu görüyor ve Yıllar’ın handiyse olaysız bir roman olduğunu belirtiyor. Gerçekten olay denilecek hiçbir şey yok bu eserde. Yıllar geçip gidiyor; 1880’den 1930’lara sadece yıllar. Birer ikişer sahneden çekilen roman kişileri. İngiltere’de yaşam. Bir çağ. Hepsi bu.
Ne var ki, romancı belki de yalnızca bunları dile getirmek istemiş. Üstelik Mîna Urgan’ın söylediklerinin tersine, kendi üslubundan, anlatımından çoktan olgunlaşmış roman dilinden uzağa düşmeyerek. Yıllar’da öyle bölümler var ki, anlatım açısından Dalgalar’ın şiir-roman havasıyla kaynaşıyor.
Geleneksel roman da aralarında olmak üzere, roman sanatının birçok imkânını Virginia Woolf iç içe geçiriyor; birbirinden farklı, dahası, birbirine ‘karşıt’ teknikleri eserine yediriyor. Sonuçta biz okurları yine büyüleyen bir roman ortaya çıkıyor.
Elbette Mrs. Dalloway’den ya da Dalgalar’dan, Deniz Feneri’nden ayrılan bir roman. Ama Orlando da öyle değil mi? Romancı, bir kez daha kendini yeniliyor bence. Durmuş oturmuş çizgisini zikzaklamaktan kaçınmıyor.
Uzak akrabalıklardan söz açılabilir: Yıllar’ın her yılı, her bölümü mevsim tasvirleriyle donanmış, tıpkı Dalgalar’da gündoğumundan günbatımına denizin ve gökyüzünün her bölümünde değişen bölümleri gibi.
Çok sevdiğim Deniz Feneri’nin ikinci bölümü yılların geçip gidişidir. Deniz Feneri’nde bu bölümde yıllar çok hızlı geçer; âdeta şiirsel bir ‘özet’ kaleme getirilir. Yıllar’daysa bu akış, Deniz Feneri’yle koşut tutumla, kimileyin kısa, kimileyin –özellikle son bölümünde- uzun.
Yıllar’ın en güzel sahneleri, uzakta o balo gecesi ya da operadaki zaman dilimi, Clarissa’nın partisinden büsbütün bağımsız okunamaz gibime geliyor. Yeni romancı ‘kendi’ dünyasının izdüşümleriyle haşır neşir.
Bence bu romanın derin etkisi, sık sık ve hep ışık çakımlarında dile getirdiği, her biri yüreğimizi yakan ‘hatırlayış’lar. Şu yılda üstü örtük anlatılmış bir an, bakıyorsunuz, yıllar sonra, yüreğimizi yakan bir hatırlayışa evrilmiş. Birden donakalıyorsunuz ve o ‘klasik’ “Tıpkı hayat gibi”yi kondurmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Hatırlayışlar, yıllar içinde ‘yitirişler’, hep yitirilmiş olan şeyler, bir daha geri gelmeyecek, onarılmayacak, yeniden yaşanamayacak şeyler. İçte sızıları kalmış mı? Virginia Woolf fazla üzerinde durmuyor, soğuk, mesafeli, yakınmasız. Gelgelelim böylesi daha içe işleyici.


Yayımlandığı zaman (1937) “yazarın en çok okunan” romanıymış Yıllar. Mrs Dalloway’in, Dalgalar’ın gözdeliği çok sonra. Belki bu ‘çok okunmak’ Yıllar’a sonradan gölge düşürmüş. Belki bu yüzden Mîna Urgan da dudak büküyor. Oysa yetmişlerinde taptaze, harikulade güzel…

Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/Makale/yurek-yakan-hatirlayislar-385183